Duyular zihnin sınırını belirler. Tüm evreni duyularıyla algılayan en büyük zihin sahibi olur. Gören gördüğü kadardır Duyan duyduğu kadardır Hisseden hissettiği kadardır Ne kadar duyun varsa o kadarsın
Yorumunuz, duyuların zihni sınırlandırdığına dair güçlü bir görüş ortaya koyuyor. Ancak burada önemli soruları da gündeme getirebiliriz: Duyular gerçekten zihnin tüm sınırlarını belirler mi? Zihnin kavrayış gücü, sadece duyulara dayalı mı, yoksa duyuların ötesinde bir idrak alanı mevcut olabilir mi? Zihin, sadece duyuların sunduğu verilerle mi sınırlı, yoksa sezgi, düşünce ve tefekkür gibi başka yollarla da evrenin derinliklerine ulaşabilir mi?
Sezgi ve türevleri de duyudur. Bu arada biyolojik duyular teknolojik olarak geliştirilen araçlarla artar. Örnek olarak Uzaydaki teleskop görme duyusunu güçlendirir. Bu güçlendirme sonucu zihin kapasitesi yani bilgi seviyesi artacaktır. Aradığın tüm her şeyi duyularıyla algılayan varlık ise , o varlık en üstün zeka ve Duygu seviyesine sahip olur .
Her şeyi duyularıyla algılayabilen bir varlığın en üstün zeka ve duygu seviyesine sahip olacağı fikri oldukça ilginç. Ancak, insanın sadece duyularla sınırlı olmayan daha derin bilişsel ve sezgisel süreçleri olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekebilir. Yani algılar ve duyular önemli olsa da, bunların işlenmesi, değerlendirilmesi ve içselleştirilmesi insanın entelektüel ve duygusal gelişimini şekillendiren unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu değerli katkınız için teşekkür ederim!
insanı hayvandan ayıran düşünce, insanı insandan ayıran ise nitelikli düşünceye giydirilmiş eylemdir.... sadece birini yaparak bu açmazdan kurtulamazsın......eylemi olmayan düşünce sirke ,düşüncesi olmayan eylem ise boş kap gibidir.... Düşünce ve eylem ikisi de yoksa zaten anladığımız anlama yakın bir yokluk söz konusudur, akıl boşluğa basmadan ancak var olanın üzerinde yürüyebildiği için yokluk üzerinden yargıda bulunup hüküm vermesi yani konuşması düşünülemez, safsatadır... yeri gelmişken şimdi değil ama hiçliğin felsefesini de bir ara yapmak gerek....meseleyle ilgili bir iki soru sorup bırakayım....acaba varlığı ve var olmayı ayırdıktan sonra belirlediğimiz var olmanın ölçülerinde hata yapmış olamaz mıyız?, varlık var olma özelliği olmadan da var olabilir mi? ... Duyarsız, sinmiş bir varlığa üzerine yapışmış madde,atomlar varlık kazandırabilir mi.... Fırsat olsa da eli kalem tutanların bilinçli,bilinçsiz devamlı karıştırdıkları şu zeka,akıl,zihin,sezgi,duyu ve doğru,gerçek,hakikat kavramlarının oluşturduğu alanları ayrı ayrı aralarına kalın çizgiler çizmeden net bir biçimde serimleyip anlatabilsem... birilerinin bu mevcud kafa karışıklığından kendine vazife çıkarıp konuşacak alan oluşturmaya çalıştığını anlıyorum ama insanların meseleleri devamlı sakız gibi çiğneyecek kadar öyle boş zamanı yok zaten olmamalı da öyle ki elimizde yarına çıkacağımızın garantisi bile mevcut değil, bundan dolayı güç olsa bile artık geç olmadan kavramların içini adam gibi akla vicdana uygun doldurup sürecin eylemsel boyutuna geçmemiz gerekiyor... kardeşlerim düşünceleri eylemsel boyuta taşıyarak, üzerinden fiziksel bedeninizle geçebileceğiniz kavramlardan oluşan köprülerinizi oluşturmanız gerekiyor, bu köprüleri oluşturduğunuz sürece insaniyet kazanıyor, özgürleşiyorsunuz... Bunu mübalağa sanmayın bu tam da deneyimlediğiniz bedeninizin yürüyüp geçebileceği köprüleri oluşturma anlamına geliyor, bu süreç o kadar içler acısı durumda ki şöyle bir kıyaslama yapmak gerekirse insanların çoğu nitelikli düşünmeye zaten mesai harcamıyor , mesai harcayıp o nitelikli düşünceden pay alanların da ancak bir kısmı eyleme geçebiliyor diğer düşünürler akıl,akıl diyerek düşünce de hapsoluyor... Dostlar Hayatınızın profili olan 24 saatinize ,küçük küçük alışkanlıklar ekleyin ,... zanna kapılıp 'küçük bundan ne olacak'' demeyin çünkü o anlamsız gibi gelen tikeller nasıl tümeli oluşturup bizi hayranlık içinde bırakıyorsa o küçük alışkanlıklar da sizlerin büyük resimde yer bulmanızı sağlayacaktır... alışkanlıkları değiştirmek ilk etapta zor gelecektir ama en güzel tarafı da zaten orası değil mi, bazı gereksiz alışkanlıklarınıza ara vermeye başladığınızda gerekli olana alan açılacaktır...
Bu derin düşüncelerinizi ilgiyle okudum ve katman katman açılan anlamlar üzerine düşündüm. Yorumunuz, düşünce ve eylemin birbirinden koparılamayacak iki temel unsur olduğunu çok güzel ifade ediyor. Düşünce ve eylemin bir arada var olması gerektiği fikriniz, felsefi açıdan da oldukça sağlam bir temele oturuyor. İnsanı insandan ayıran nitelikli düşünce ve buna bağlı eylemin oluşturduğu köprülerin, özgürleşmenin ve insaniyetin temel taşları olduğunu düşünmek gerçekten önemli bir vurgu. Şu sorularınız ise felsefi tartışmaların kalbinde yer alıyor: "Varlığı ve var olmayı ayırdıktan sonra belirlediğimiz var olmanın ölçülerinde hata yapmış olabilir miyiz? Varlık var olma özelliği olmadan da var olabilir mi?" Bu soruların cevabını araştırırken, aslında hepimizin varlığa yüklediği anlamları yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini fark ediyoruz. Madde ve atomların bir varlığa anlam kazandırıp kazandırmadığı sorusu, metafizik bir derinlik içeriyor ve belki de cevabı kişinin ontolojik bakış açısında gizlidir. Zeka, akıl, zihin, sezgi ve duyu gibi kavramların net bir biçimde ayrılması gerektiği fikrinize de katılıyorum. Bu kavramların sık sık birbirine karıştırıldığı bir dünyada, bu ayrımları yapmak ve onların doğru kullanımlarını sağlamak elzem. Elbette bunu başarmak kolay değil, çünkü bu kavramlar üzerine yeterince düşünmeyen birçok kişi, felsefi zeminde sağlam adımlar atmakta zorlanıyor. Son olarak, alışkanlıklar meselesine değinmeniz çok önemli. Küçük alışkanlıklar, insanın hayatında büyük değişimlerin başlangıcı olabilir. O küçük tikellerin tümeli oluşturması, gerçekten de büyük resmin nasıl tamamlandığını gösteriyor. Küçük adımlarla, eylem ve düşüncenin bir arada ilerlediği bir yaşam inşa edebiliriz. Teşekkür ederim, bu yorumunuzu okurken hem düşüncelerimi derinleştirdim hem de felsefi bakış açımı genişlettim.
Sudûr kavramı Fârâbî ve İbn Sînâ'nın metafizik sistemlerinde önemli bir yer tutar, ancak sorumluluk ve insanın özgür iradesiyle doğrudan ilişkili değildir. Sudûr, Tanrı'dan varlıkların aşamalı olarak taşması, yaratılışın bir silsile halinde meydana gelmesi sürecini anlatır. Bu süreç, Tanrı'nın bir zorunlulukla yaratmasından hareketle evrenin varoluşunu açıklar. Fârâbî ve İbn Sînâ’ya göre sudûr sistemi, evrendeki varlıkların Tanrı'dan zorunlu olarak çıktığını, yani varoluşlarının Tanrı'ya bağlı olduğunu söyler. Ancak bu, bireyin iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İnsanlar, akıllarını kullanarak doğru eylemleri seçebilir ve bu seçimlerinden sorumlu olurlar. Yani, ne yaparsan yap, bu senin sorumluluğundadır ifadesi bu bağlamda özgür iradeye dayalı eylemlerin sonucu olarak anlaşılabilir. Özetle, sudûr kavramı evrenin varoluş sürecini açıklarken, insanın özgür iradesi ve ahlaki sorumluluğu farklı bir düzlemde ele alınır.
Güzel anlatım, teşekkür ederim
Çok teşekkürler :)
Duyular zihnin sınırını belirler. Tüm evreni duyularıyla algılayan en büyük zihin sahibi olur.
Gören gördüğü kadardır
Duyan duyduğu kadardır
Hisseden hissettiği kadardır
Ne kadar duyun varsa o kadarsın
Yorumunuz, duyuların zihni sınırlandırdığına dair güçlü bir görüş ortaya koyuyor. Ancak burada önemli soruları da gündeme getirebiliriz: Duyular gerçekten zihnin tüm sınırlarını belirler mi? Zihnin kavrayış gücü, sadece duyulara dayalı mı, yoksa duyuların ötesinde bir idrak alanı mevcut olabilir mi?
Zihin, sadece duyuların sunduğu verilerle mi sınırlı, yoksa sezgi, düşünce ve tefekkür gibi başka yollarla da evrenin derinliklerine ulaşabilir mi?
Sezgi ve türevleri de duyudur.
Bu arada biyolojik duyular teknolojik olarak geliştirilen araçlarla artar.
Örnek olarak Uzaydaki teleskop görme duyusunu güçlendirir. Bu güçlendirme sonucu zihin kapasitesi yani bilgi seviyesi artacaktır.
Aradığın tüm her şeyi duyularıyla algılayan varlık ise , o varlık en üstün zeka ve Duygu seviyesine sahip olur .
@@alicemzincirli5990Vaaay çok iyiydi👏
Her şeyi duyularıyla algılayabilen bir varlığın en üstün zeka ve duygu seviyesine sahip olacağı fikri oldukça ilginç. Ancak, insanın sadece duyularla sınırlı olmayan daha derin bilişsel ve sezgisel süreçleri olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekebilir. Yani algılar ve duyular önemli olsa da, bunların işlenmesi, değerlendirilmesi ve içselleştirilmesi insanın entelektüel ve duygusal gelişimini şekillendiren unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.
Bu değerli katkınız için teşekkür ederim!
insanı hayvandan ayıran düşünce, insanı insandan ayıran ise nitelikli düşünceye giydirilmiş eylemdir.... sadece birini yaparak bu açmazdan kurtulamazsın......eylemi olmayan düşünce sirke ,düşüncesi olmayan eylem ise boş kap gibidir....
Düşünce ve eylem ikisi de yoksa zaten anladığımız anlama yakın bir yokluk söz konusudur, akıl boşluğa basmadan ancak var olanın üzerinde yürüyebildiği için yokluk üzerinden yargıda bulunup hüküm vermesi yani konuşması düşünülemez, safsatadır... yeri gelmişken şimdi değil ama hiçliğin felsefesini de bir ara yapmak gerek....meseleyle ilgili bir iki soru sorup bırakayım....acaba varlığı ve var olmayı ayırdıktan sonra belirlediğimiz var olmanın ölçülerinde hata yapmış olamaz mıyız?, varlık var olma özelliği olmadan da var olabilir mi? ... Duyarsız, sinmiş bir varlığa üzerine yapışmış madde,atomlar varlık kazandırabilir mi....
Fırsat olsa da eli kalem tutanların bilinçli,bilinçsiz devamlı karıştırdıkları şu zeka,akıl,zihin,sezgi,duyu ve doğru,gerçek,hakikat kavramlarının oluşturduğu alanları ayrı ayrı aralarına kalın çizgiler çizmeden net bir biçimde serimleyip anlatabilsem... birilerinin bu mevcud kafa karışıklığından kendine vazife çıkarıp konuşacak alan oluşturmaya çalıştığını anlıyorum ama insanların meseleleri devamlı sakız gibi çiğneyecek kadar öyle boş zamanı yok zaten olmamalı da öyle ki elimizde yarına çıkacağımızın garantisi bile mevcut değil, bundan dolayı güç olsa bile artık geç olmadan kavramların içini adam gibi akla vicdana uygun doldurup sürecin eylemsel boyutuna geçmemiz gerekiyor...
kardeşlerim düşünceleri eylemsel boyuta taşıyarak, üzerinden fiziksel bedeninizle geçebileceğiniz kavramlardan oluşan köprülerinizi oluşturmanız gerekiyor, bu köprüleri oluşturduğunuz sürece insaniyet kazanıyor, özgürleşiyorsunuz... Bunu mübalağa sanmayın bu tam da deneyimlediğiniz bedeninizin yürüyüp geçebileceği köprüleri oluşturma anlamına geliyor, bu süreç o kadar içler acısı durumda ki şöyle bir kıyaslama yapmak gerekirse insanların çoğu nitelikli düşünmeye zaten mesai harcamıyor , mesai harcayıp o nitelikli düşünceden pay alanların da ancak bir kısmı eyleme geçebiliyor diğer düşünürler akıl,akıl diyerek düşünce de hapsoluyor... Dostlar Hayatınızın profili olan 24 saatinize ,küçük küçük alışkanlıklar ekleyin ,... zanna kapılıp 'küçük bundan ne olacak'' demeyin çünkü o anlamsız gibi gelen tikeller nasıl tümeli oluşturup bizi hayranlık içinde bırakıyorsa o küçük alışkanlıklar da sizlerin büyük resimde yer bulmanızı sağlayacaktır... alışkanlıkları değiştirmek ilk etapta zor gelecektir ama en güzel tarafı da zaten orası değil mi, bazı gereksiz alışkanlıklarınıza ara vermeye başladığınızda gerekli olana alan açılacaktır...
Bu derin düşüncelerinizi ilgiyle okudum ve katman katman açılan anlamlar üzerine düşündüm. Yorumunuz, düşünce ve eylemin birbirinden koparılamayacak iki temel unsur olduğunu çok güzel ifade ediyor. Düşünce ve eylemin bir arada var olması gerektiği fikriniz, felsefi açıdan da oldukça sağlam bir temele oturuyor. İnsanı insandan ayıran nitelikli düşünce ve buna bağlı eylemin oluşturduğu köprülerin, özgürleşmenin ve insaniyetin temel taşları olduğunu düşünmek gerçekten önemli bir vurgu.
Şu sorularınız ise felsefi tartışmaların kalbinde yer alıyor: "Varlığı ve var olmayı ayırdıktan sonra belirlediğimiz var olmanın ölçülerinde hata yapmış olabilir miyiz? Varlık var olma özelliği olmadan da var olabilir mi?" Bu soruların cevabını araştırırken, aslında hepimizin varlığa yüklediği anlamları yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini fark ediyoruz. Madde ve atomların bir varlığa anlam kazandırıp kazandırmadığı sorusu, metafizik bir derinlik içeriyor ve belki de cevabı kişinin ontolojik bakış açısında gizlidir.
Zeka, akıl, zihin, sezgi ve duyu gibi kavramların net bir biçimde ayrılması gerektiği fikrinize de katılıyorum. Bu kavramların sık sık birbirine karıştırıldığı bir dünyada, bu ayrımları yapmak ve onların doğru kullanımlarını sağlamak elzem. Elbette bunu başarmak kolay değil, çünkü bu kavramlar üzerine yeterince düşünmeyen birçok kişi, felsefi zeminde sağlam adımlar atmakta zorlanıyor.
Son olarak, alışkanlıklar meselesine değinmeniz çok önemli. Küçük alışkanlıklar, insanın hayatında büyük değişimlerin başlangıcı olabilir. O küçük tikellerin tümeli oluşturması, gerçekten de büyük resmin nasıl tamamlandığını gösteriyor. Küçük adımlarla, eylem ve düşüncenin bir arada ilerlediği bir yaşam inşa edebiliriz.
Teşekkür ederim, bu yorumunuzu okurken hem düşüncelerimi derinleştirdim hem de felsefi bakış açımı genişlettim.
Ne yani şimdi ben ne yaparsam yapayım bu benim sorumluluğumdur. Doğru mu anladım?
Sudûr kavramı Fârâbî ve İbn Sînâ'nın metafizik sistemlerinde önemli bir yer tutar, ancak sorumluluk ve insanın özgür iradesiyle doğrudan ilişkili değildir. Sudûr, Tanrı'dan varlıkların aşamalı olarak taşması, yaratılışın bir silsile halinde meydana gelmesi sürecini anlatır. Bu süreç, Tanrı'nın bir zorunlulukla yaratmasından hareketle evrenin varoluşunu açıklar.
Fârâbî ve İbn Sînâ’ya göre sudûr sistemi, evrendeki varlıkların Tanrı'dan zorunlu olarak çıktığını, yani varoluşlarının Tanrı'ya bağlı olduğunu söyler. Ancak bu, bireyin iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İnsanlar, akıllarını kullanarak doğru eylemleri seçebilir ve bu seçimlerinden sorumlu olurlar. Yani, ne yaparsan yap, bu senin sorumluluğundadır ifadesi bu bağlamda özgür iradeye dayalı eylemlerin sonucu olarak anlaşılabilir.
Özetle, sudûr kavramı evrenin varoluş sürecini açıklarken, insanın özgür iradesi ve ahlaki sorumluluğu farklı bir düzlemde ele alınır.