HAYATİ İNANÇ KONFERANSI

แชร์
ฝัง
  • เผยแพร่เมื่อ 26 ธ.ค. 2024

ความคิดเห็น • 49

  • @zehra7507
    @zehra7507 5 ปีที่แล้ว +11

    Allah razı olsun hocam sizden. Rabbim sizin gibilerin sayılılarını artırsın. Aminn

  • @erolozkan8797
    @erolozkan8797 5 ปีที่แล้ว +9

    Allahü teala Hayati hocama sağlıklı ve uzun ömür ihsan eylesin.

  • @arzucakr3023
    @arzucakr3023 5 ปีที่แล้ว +11

    Sağlıkla uzun ömürler versin rabbim

  • @ogunguzkaya2584
    @ogunguzkaya2584 5 ปีที่แล้ว +11

    Hocam rabim sizin gibilerin sayısını çoğaltsın 🙌

  • @mehmeteminbasak1575
    @mehmeteminbasak1575 5 ปีที่แล้ว +11

    Neşe dolu insan Rabbim sağlık sıhhat versin inşallah

  • @alpaslankaya5236
    @alpaslankaya5236 5 ปีที่แล้ว +8

    Ne güzel dinlemeye doyamiyo insan maşallah

  • @chsmbyskaygusuz5927
    @chsmbyskaygusuz5927 5 ปีที่แล้ว +5

    Kelimelerle anlatılamaz güzellik ALLAH cc razı olsun

  • @muazzezcetin1179
    @muazzezcetin1179 5 ปีที่แล้ว +5

    Allah razi olsun

  • @nezahatispartali2297
    @nezahatispartali2297 4 ปีที่แล้ว

    Allahım en kısa zamanda sağlığına kavuştur sun hocam ilmin artırsın

  • @meralgunduz9240
    @meralgunduz9240 3 ปีที่แล้ว

    Allahım KAADİR MEVLAM Ya Rabbim Mübarek peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallellahü Aleyhi ve Sellem Efendimize ve Ailesine ve Ashabına ve Medinedeki Mübarek ENSARINA ve Ecdadına dedelerine ve ezvacına zevcelerine hanımlarına ve zürriyyetine torunlarına temizler temizi nesline selatü selam bereketler nasip eyle Ya Rabbim.

  • @dilsadorhan5936
    @dilsadorhan5936 5 ปีที่แล้ว +13

    Allah uzun sağlıklı ömür versin hocam seni seviyoruz

  • @ahmetturker7420
    @ahmetturker7420 5 ปีที่แล้ว +13

    Hocam candır.

  • @gulfidangenc1174
    @gulfidangenc1174 5 ปีที่แล้ว +6

    Hocam bizlere ışık oldunuz sizi yeni buldum bir yandan bulma sevinci varken bir yandanda gecen yıllara kaybettigim bilgilere üzülmedim değil Allah sizi en güzel yerlere nasip etsin

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว +1

      Görülen, “Vechi”dir!
      Buna mukabil, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen:
      “...feeynemâ tüvellû fesemme VECHULLÂH”
      “Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115)
      Âyeti gereği, Rabbinin vechini görmesi hiç de imkânsız değildir!..
      Allâh’ın, Zâtı itibarıyla görülmesi imkânsızdır!..
      Ancak, İlâhî Zât’ın çeşitli vasıflarının ve özelliklerinin aşikâr olduğu mahaller söz konusudur!..
      Esasen “Rab” ismi ile işaret ettiğimiz “Rubûbiyet” mertebesi, çeşitli mânâların belli sûretler şeklinde görülmesi hâlidir.
      Nitekim, rüyasında Cenâb-ı Hakk’ı görenler de vardır, belli bir sûretle!..
      Nitekim, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) da bir gün, bir rüyasında:
      “Ben Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm” diyor...
      Yani, Rabbanî mânâların, Cenâb-ı Hakk’ın, o kişiye açmak istediği mânâlara uygun bir sûretle görünmesi mümkündür!..
      Burada, Hz. Rasûlullâh’ın Rabbini görmesinden murat, görmek istediği mânâlara uygun bir sûret ile Rabbinin Hz. Rasûlullâh’ın karşısında olması demektir.
      Yoksa, Allâh’ın belli bir sûretle ortaya çıkan bir tanrı olması değil!.. Burayı yanlış anlamayalım!.. Burası çok, çok önemli bir nokta!..
      Cenâb-ı Hak, ortaya koymak istediği, aşikâr etmek istediği mânâlara uygun bir sûretle Hz. Rasûlullâh’a görünmüştür. Ve buradaki görüş, zâhir göz bebeği ile değil, beynin üst alıcı devrelerinin oluşturduğu özel bir algılama sistemiyledir... Ve görmüştür de!..
      Ve hatta bu görmenin ötesinde, öyle bir görüş hâsıl olmuştur ki, âfakta ve enfüste, yani karşısında ve özünde, karşılıklı olarak görülen bir müşahededir.
      Mi’râcta, Hz. Rasûlullâh, Rabbi ile karşı karşıya geldiği zaman Hz. Rasûlullâh’a:
      “Et tahiyyatu el mubareketu ves selâvatu vet tayyibat” demiştir.
      Buna karşın, Rabbinden kendisine gelen cevap:
      “Es Selâmu aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtuh” olmuştur.
      Bunun üzerine âlemlere rahmet olarak var kılınmış Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm);
      “Es Selâmü aleyna ve âlâ ibâdillâhis sâlihin”...
      “Selâm”, Allâh’ın bütün ibâdına, Allâh’a kulluk eden bütün varlıklara da yaygındır... Anlamında cevap vermiştir.
      Ki, namazlarda son oturuşta ve orta oturuşlarda, okuduğumuz, “Et tahiyyat” diye bildiğimiz duadır bu... Esası bu, “Mi’râc”ta meydana gelmiştir. Cenâb-ı Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın Rabbi ile konuşması neticesinde...
      Ondan sonra bize de şehâdet gereklidir elbet;
      “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhameden abduhû ve Rasûluhû”...
      Burada bir nükteyi işaret ederek geçeceğim, derinine girmeyeceğim...
      İstidadı olan, istidadı ölçüsünde bunu değerlendirebilir.
      Bütün müminlere namazda, “Et tahiyyatu”yu okumak şarttır. “Et tahiyyatu”da siz;
      “Et tahiyyatu lillâh, ves salâvatü vet tayyibât”
      Dersiniz ve Rabbinizden karşı cevap gelir;
      “Es Selâmü aleyke eyyühen nebiyy!..”
      Burada bir açıklamaya dikkatinizi çekeyim... Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) buyurur ki :
      “Cenâb-ı Allâh, benim nûrumu yarattı ve bütün mahlûkatın nûrunu da benim nûrumdan halketti...”
      O’nun Nûr’undan halkolan bütün mahlûkatta, O’nun Nûr’u mevcuttur!..
      Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’tan; “Es Selâmü aleyke eyyühen nebiyy” hitabı gelen mahal, sizdeki Hz. Nebiyullâh’ın mâkamıdır!..
      Ama, bu mâkam size örtülü kalırsa, siz cennetteki basîret ehlinden olmazsınız. Eğer bu mâkam açılırsa size, o zaman cennetin kemâl ehlinden olursunuz.
      Öyleyse, ilâhî hitabın niçin bizler tarafından da okunduğu ve tekrar edildiğini çok çok iyi düşünmek lazım!..
      Niye lazım?.. Çünkü:
      “Namaz müminin mi’râcıdır” buyuruluyor...
      “Mi’râcı olmayanın namazı olmaz!..” diyor, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, “Risâle-i Gavsiye” isimli eserinde...
      “Mi’râc” namazdır!.. Namaz ise “Mi’râc”!.. Öyle ise namazın amacı “Mi’râc”!..
      “Mi’râc”ı yaşayan ise, “devamlı namaz” hâlindedir!..

  • @meralgunduz9240
    @meralgunduz9240 3 ปีที่แล้ว

    TEBAREKE ve SÜBHANEKE ALLAHUMME RABBENA Salli ve Sellim ve BARİK ala Seyyidina ve NEBİYYİNA ve MEVLANA EBU KAASIM MUHAMMED MUSTAFA BİN ABDULLAH BİN ABDULMUTTALİB BİN HAAŞİM ve ala alihi ve Sahabihi ve ENSARİHİ ve ECDADİHİ ve EZVACİHİ ve EHLİBEYTİHİ ve ZÜRRİYYETİHİ TAYYİBİNET TAHİRİNİ ECMAIYN.

  • @elmasozturk2346
    @elmasozturk2346 5 ปีที่แล้ว +1

    Can hocam rasul ALLÂH a komşu olun insallh vallâhi yürekten diliyorum müminin mümine gıyâbında edilen duâ geri çevrilemezmiş bi iznillâh

  • @selahattindemirtas6595
    @selahattindemirtas6595 5 ปีที่แล้ว +4

    ❤️

  • @1muhabbet
    @1muhabbet 5 ปีที่แล้ว +3

    Arkadaslar yüregi güzel insanlar bir araya gelip bulunduklari mekani islamin yasandigi bir mekana dönüstürmeliler, ama bununn tatbiki cok zor ama cok güzel, eger buna cözüm teklifi olanlar varsa fikirlerimizi birlestirmekde fayda var, mesela namazi en güzel sekilde nasil kilabiliriz, namazda kabukdan öze nasil inebiliriz. Sadece bir sartini paylasalim, okudugun ayetlerin en azindan mealini bilmelisin, Fil suresinin ilk ayetinin anlamini bilsek biz en güclü ordulara sahip oluruz desem.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      Namaz ve Hakikati
      Dedim ki;
      − Yâ Rabbi, hangi namaz sana daha yakındır?
      −O namaz ki, içinde benden başkasının kalmadığı, kılanın içinde kaybolduğu!
      Namaz, esas itibarıyla üçe ayrılır;
      1. Mülk âleminin namazı.
      2. Melekût âleminin namazı.
      3. Ceberût âlemindekinin namazı.
      Namaz, kılınmaz; ikame edilir!
      Namaz nedir?
      Önce, namazın ne olduğunu anlamak gerekir.
      Namaz, yöneliştir! Yönelişin neticesi olarak istek, duadır! Ama öyle bir dua ki, edenin içinde yok olduğu bir dua!
      Namaz, vehmî benlikle başlar, secdedeki “yokluk”la tamam olur.
      Önce bildiğimiz klasik namazdan söz edelim…
      Bu namaza duran kişi, Allâh’a kulluk gayesiyle, “Allâhû Ekber” diyerek başladığı zaman, önce bu kelimenin mânâsını düşünerek konsantre olmaya çalışır.
      “Allâhû Ekber” demek; Allâh “büyüktür” ya da “en büyüktür” gibi bir anlama alınmaz. Çünkü Allâh, “büyüklük” kavramından münezzehtir!
      Allâh’ın, misli, dengi, benzeri, makro ya da mikro planda bir ikincisi yoktur ki, “ondan büyüklüğü” bahis konusu edilsin!
      “Ekber” kelimesini, “Allâh” ismi yanında gördüğümüz zaman, asla normal biçimde, herhangi bir şeyden büyüklük olarak anlayamayız. Çünkü, az önce de söylediğim gibi, O’nun daha büyük olduğu, ikinci bir varlıktan söz etmek mümkün değildir.
      Öyle ise, “Ekber” kelimesini “Allâh” ismiyle bütünleşmiş olarak gördüğümüzde nasıl yorumlayacağız?..
      “Allâhû Ekber” kelimesinin Türkçe anlamını, düşünebildiğimiz kadarıyla şöyle yorumlayabiliriz;
      Sonsuz - sınırsız olması sebebiyle, tüm varlıkta kendinden başka bir vücud sahibi olması mümkün olmayan büyüklük! Evet, bir şeyden büyük değil, “büyüklük” sahibi!
      İşte bu “büyüklüğü” şayet hissedersek ve bu şekilde “Allâhû Ekber” diyerek namaza başlarsak; daha sonra okuyacağımız âyetler ve rükû ve secdeler ile namazı “ikame” etmeye çalışmış oluruz... Gücümüz yettiğince, ilmimiz elverdiğince...
      Bu ikame sırasında, kişi kendini yaratan varlığa, hamd eder, şükreder, isteklerini arz eder ve ondan kendisine icabet etmesini bekler. Bu şekilde bir fiil ortaya koyması istendiği; emredildiği için; bu emri yerine getirmek üzere bu namazı edâ eder!
      İşte bu, avamın namazıdır. Beden boyutunun namazıdır!
      Melekût âleminin, ârifin namazı ise müşahedelerin etkisinde olarak ikame edilir.
      Mânâ boyutunun bu namazında kişi, fâili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf eden, onları her an yaratan ve yok eden, onları her an dilediği şekle sokan “Rabb-ül âlemîn”i seyreder.
      Bu mânâdaki namazda, bir kişi hem beden boyutundaki namazını edâ eder; hem de Hakk’ın fiillerini müşahede hâlindedir.
      Tüm varlıkta tasarruf edenin; hem de her an ve her zerrede tasarruf etmekte olanın Allâh olduğunun Ayn-el yakîn müşahedesi hâlindedir.
      Ancak bütün bunlara rağmen de, “fetih” gelmemiş olduğu için, Hakk-el yakîn hâsıl olmadığı için; vehim kalkmamış; kendisi olarak Hakk’ı seyretme hâli devam etmektedir. Yani, “ikilik” ortadan kalkmamıştır!
      Kendisini müşahede eder, şuursal bir birim olarak kendini görmekte devam eder; ancak bununla beraber, kendisi de dâhil olmak üzere, mevcudatta tek bir mutasarrıfın hüküm, irade, kudret ve kuvvetinin geçerli olduğunu da devamlı olarak seyir hâlindedir. Ki onun bu seyir hâli, “Melekût âleminin seyri namazı” hükmündedir.
      Bu namaz hâli içindeki kişi, tüm varlıklardan çıkan fiillerin tamamıyla hikmet olduğunu idrak ederek, kimseyi ve hiçbir varlığı, yersiz ya da yanlış iş yapmakla itham etmez veya suçlamaz...
      Eğer, bu namazda biraz daha kemâl sahibi olursa, varlığın her zerresinde O’nun varlığını müşahede ettiği için; o zerrede, daha doğrusu zerre gördüğü şeyde, O’nun dışında bir şey olmadığını fark ederek; artık her sûrette O’nu seyretmeye başlar.
      Ve bu hâl, o kişide AŞK hâlini meydana getirir. Her birime karşı büyük bir sevgiyle dolup taşar.
      Ne ak kalmıştır onun gözünde, ne de kara!
      Tüm varlığa hizmet, yardım, onun en büyük gayesi olur. “Yetmiş iki milleti bir gözle görmeye başlar”; Yunus Emre’nin dediği gibi! Çünkü, onun nazarında yetmiş iki millet değil, TEK varlık vardır!
      Ârifin bu namazı “orta namaz”dır! “Salâtı vusta”dır. Ve bunun hükümlerine göre karşılığına ulaşır!
      Ceberût âleminin namazına gelince...
      Ârifi Billâh’ın namazıdır bu! “Namaz müminin mi’râcıdır” şeklindeki Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaret ettiği namazdır bu namaz!
      “Kab-ı kavseyn” boyutuna urûc ettiği zaman Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem mirâc’da nakledilir ki, kendisine;
      “Dur! Rabbin namazdadır!” denilmişti.
      Rubûbiyet mertebesinin namazından söz edilmektedir burada.
      “Rabbin namazı”, Rabb-ül âlemîn’in Rubûbiyet hükümlerinin Efâl âleminde yürürlükte olmasıdır.
      Rabbin hükümlerinin, Rabbanî kudretiyle tahakkukundan “Rabbin namazı” diye söz edilmektedir.
      Rab; Esmâ’nın mânâları üzere mahlûkatı var edip yönlendirendir! Bu tasarruf, “terbiye” diye anılır.
      Bu mertebe, boyutsal bir mertebedir ve “şuur sıçraması” diye adlandırdığımız bir tür mi’râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!
      “Şuur” kendisini “Ceberût” boyutunda tanıdığı zaman, kendi vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakkanî vasıflar ile Rab zuhur eder.
      İşte bu namaz, bir mânâda “Rabbin namazı” denilerek, Rabb’e izafe edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu dışında kalan hiçbir şey yoktur.
      Esasen, Rabbanî seyr, kendi Esmâ’sı üzerinedir. Efâl ise Esmâ’nın tabii neticesi olarak meydana gelir.
      Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), Allâhû Teâlâ’nın ikramı olarak mirâc’a çıktığı zaman, Ceberût âleminde, Rabb-ül âlemîn’in tüm mevcudat üzerinde Esmâ yollu mutlak tasarrufunu müşahede etti, “Kab-ı kavseyn” noktasında.
      “Ev edna”… Hatta bunun da ötesinde, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) ismi altında, “gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak”; “Şehâdet etti ki Allâh, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir”!
      Ve sonra Rabbi ile mükaleme etti Rasûlullâh (aleyhisselâm)!
      Ve sonra Rabbinin emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına döndü Muhammed Mustafa adıyla, RASÛLULLÂH!
      Acaba, bu cümleler bize Rasûlullâh (s.a.v)’in hüviyeti, eniyeti ve kişiliği hakkında bazı ipuçları verebiliyor mu?
      Birincisi insanlara emrolunan, farz olunan bildiğimiz namazdı.
      İkincisi, “orta namaz” diye bahsedilen.
      Üçüncüsü ise, “daimî namaz” diye anlatılmak istenen.
      Esasen, ikinci tür de vakitle kaîm olmayarak devamlı ikame edilen bir tür “daimî namaz” olmasına rağmen; gerçek “daimî namaz” bu üçüncü namazdır.
      İşte, en makbûl namaz, “kılanın içinde olmadığı” olarak belirtilen bu üçüncü namazdır. Ki bu konuya metnin sonlarına doğru tekrar bir nebze, Zül’Celâli Vel’İkrâm’ın ihsanı ve sınırların müsaade ettiği ölçüde değineceğiz.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      Çok Yönlü Namaz
      “...Ve yukiymûnas salâte...”
      “...Ve namazı kaîm kılarlar...”
      Burada birkaç mânâ anlıyoruz...
      Şayet dikkat edersek, “yusallûne” yerine “yukiymûnas salâte” denmiştir... “Namaz kılarlar” anlamına olarak “yusallûne” kelimesi kullanılabilecekken; toplu olarak “namazın kaîm kılınmasından” yani bu kelimeyle işaret edilen mânânın toplu olarak, elbirliğiyle gerçekleştirilmesinden söz edilmektedir; ki bu üzerinde önemle durulması gereken bir işaret olmaktadır...
      Ayrıca “salât”; hem “dua” anlamındadır, hem de “namaz” anlamına gelmektedir... Öyle ise olayı burada da çift yönlü, yani her iki mânâya da dönük bir şekilde, ayrı ayrı değerlendirmek mecburiyetindeyiz... Yani, “salât”ın hem bireysel işlevi söz konusudur, hem de toplu işlevine dikkat çekilmektedir...
      Toplu ve bireysel uygulaması söz konusu olan “salât”ın hem “dua” yanı, hem de “namaz” yanı mevcuttur...
      Ve “NAMAZ”ın dahi, “kılınması”, “ikamesi”, “vustası” ve “daimîsi” mevzubahistir!..
      Bize bu konuda açılanlardan, anlatabileceğimiz kadarıyla, bunları izaha çalışalım...
      “SALÂT” kelimesinin mânâsını ister “dua” anlamıyla, ister “namaz” anlamıyla değerlendirelim, her iki şıkta da faaliyet beyinde ve düşüncede olmaktadır...
      “DUA”yı “yönlendirilmiş beyin dalgaları” olarak mütalaa edebiliyoruz...
      NAMAZ dahi; “okunan şeylerin mânâsının bilinmesi zorunlu olmadığına” göre bir yönüyle tamamen beyin faaliyetleriyle ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır[1]...
      Böyle olunca, fark edilmektedir ki, en alt düzeyde yerine getirilen “salât” ile, yani “namaz kılınarak”;Allâh isimleriyle bezenmiş ve oluşturulmuş beyin tarafından, okunan âyetler ve dualar ile ilgili konuda “yönlendirilmiş dalgalar” üretilerek bunlar hem dışa, çevreye yayılmakta; hem de ruha yüklemektedir!..
      Bireysel mânâda yapılan bu çalışma, şayet toplu olarak yapılma yoluna dökülürse, o zaman olay çok daha büyük boyutlarda sonuçlar oluşturmaktadır... Yani, “cemaatle namaz” veya “toplu dua” gibi!..
      Çünkü pek çok beyinden yayılan güçlü yönlendirilmiş beyin dalgalarının istenilen amaca dönük bir şeyler oluşturma ihtimali çok daha fazladır!..
      İşin içyüzü böyle olunca, “salâtı ikame etmenin” mânâsını, “inananların inançları doğrultusunda güçlü beyin dalgalarını kullanmak suretiyle, topluma yararlı yön verme” anlamında değerlendirebiliriz sanırım... Bu mânâda yağmur dualarından; düşmanın kahrına; ya da HAC’daki milyonların vakfe duasına kadar çeşitli duaları hatırlayabiliriz.
      Diğer taraftan olayı “namaz” olarak ele aldığımızda da aynı hususa işaret edildiğini görmekteyiz...
      “Cemaatle kılınan namaz, ferdî kılınan namazdan yirmi beş kat daha kazançlıdır” şeklindeki Rasûlullâh açıklaması bu olayı açık-seçik vurgulamaktadır...
      Demek ki, “salâtın topluluk tarafından ikamesinin” bir mânâsı da bu oluyormuş...
      Gelelim “salât” kelimesinin “bireysel namaz” olarak anlaşılması doğrultusunda fark edebileceğimiz anlayış seviyelerine...
      “NAMAZ”ın “kılınmasına”, “ikamesine”, “vustasına”, “daimîsine”...
      Kılınan namaz, genelde pek çoğumuzun her gün kılmakta olduğu namazlardır... Namaza durur, okunması gerekli olanları, bir çoğumuz mânâlarını dahi bilmeden okur, gerekli hareketleri yaparak ibadetimizi tamamlarız... Bu arada aklımıza çeşitli olmadık fikirler de gelebilir, ve elde olmaksızın onları düşünebiliriz... Bu kılınan namazın faydası, öncelikle emre uymanın getirdiği imanı kuvveden fiile dönüştürmektir...
      İkinci olarak kazanç, namaz içinde okunanların farkında olmasak dahi, bu mânâ ve enerjinin (nûrun) beyin tarafından ışınsal enerjiye çevrilerek ruha yüklenmesi, böylece kişinin “nûrunun” artmasıdır.
      Bu sebepledir ki, “Ben namazın tam hakkını veremiyorum; öyle ise hiç kılmayayım” diyerek terk etmek, kişi için çok büyük kayıptır!..
      Maalesef, namazın “ikamesi” denen husus, günümüzde namaz “kılınmasına” dönüşmüştür!.. Yani, genelde edâ edilen namaz, “ikame” derecesinden, “kılınma” derecesine inmiştir!..
      Hâlbuki namazın “ikamesi” ile “Mi’râc” hâsıl olur!..
      Niteki Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle buyurur:
      “Namaz müminin mi’râcıdır!..”
      Namazın “müminin mi’râcı olması” kişinin Allâh’a vuslatı demektir!..
      “Varsaydığın” benliğinin “yok”luğunu müşahede ile “ALLÂH BÂKÎ’DİR” diyebilmendir.
      Eğer ki sen, namaz hâlinde, namazın hakkını veremiyorsan, henüz namazı “ikame” edemiyorsun demektir... Zira namazın hakkını vermenin en alt derecesi “İHSAN” hâlidir...
      Namazda “ihsan” derecesini Efendimiz (aleyhisselâm) şöyle anlatıyor:
      “Sen Allâh’ı göremiyorsan dahi, Allâh seni görüyor olarak düşünüp, namazını böylece edâ etmendir İHSAN!..”
      Bunu da, basit bir dille, “Allâh’ın huzuruna çıkmak” diye dilimize çevirmişler.
      Hâlbuki, sadece namazda değil, her an O’nun huzurundasın!.. Her an O’nun huzurunda iken, bundan gaflet edip; sadece namazda O’nun huzuruna girmeyi kabullenmek, son derece önemli bir “SAPMA”dır!..

    • @1muhabbet
      @1muhabbet 5 ปีที่แล้ว

      @@necmettinozcan8519 Selamünaleyküm Necmeddin kardes iyi niyetinden Allah razi olsun, Hangi namaz Allaha daha yakindir sözü usülen yanlis desem, vede gerekce olarak, namaz mermiyi hedefine tetikleyen kapsül misalidir, namaz Allaha gitmez, namazi kilan gönül binegine, binen ruh gider. ikincisi her an Allahin huzurunda gibi hissetmeliyiz aksi takdirde gaflette oluruzda yanlis, her insanda farkli olmakla beraber orta halli bir insani esas alirsak yariyariya madde ve manayi elinde tutmasi caizdir, her maddeyi Allaha götüren bir nesne olarak görmesi ise efdaldir, dolayisiyle her ani Allahla olmak anlamina kavusur. tabiiki anlatmak istedigimi kelimelerle anlatmam cok zor, birde siz ne anladiginiz önemli, ben acizane avam makamindan bukadarina muktedir oldum Allahin izniyle, musa ile cobanin misali gibi.

    • @mustafakoyuncu1404
      @mustafakoyuncu1404 5 ปีที่แล้ว

      @@necmettinozcan8519 7

  • @recepdogan7518
    @recepdogan7518 2 ปีที่แล้ว

    🥰🥰❤️❤️

  • @recepdogan7518
    @recepdogan7518 3 ปีที่แล้ว

    ☺️☺️☺️

  • @m.sirinyilmaz8015
    @m.sirinyilmaz8015 5 ปีที่แล้ว

    Hocam ağzına sağlık keşke herkes sizin gıbı anlata bilse

  • @meralgunduz9240
    @meralgunduz9240 ปีที่แล้ว

    Euzübillahimineşşeytanirracim. BismillahirRahmanirRahiym ALLAHUMME RABBENA YA Daimel fadli Alel Beriyyeh. Ya Basital yedeyni bil atiyyeh. Ya Sahibel mevahibis seniyyeh. Salli ve Sellim ve BARİK ala Seyyidina ve NEBİYYİNA ve MEVLANA EBU KAASIM MUHAMMED MUSTAFA BİN ABDULLAH BİN ABDULMUTTALİB BİN HAAŞİM ve Ala ALİHİTTAHİRİYN ve SAHBİHİTTAHİRİYN ve EHLİBEYTİHİTTAHİRİYN ve EZVACİHİTTAHİRİYN ve ECDADİHİTTAHİRİYN ve ENSARİHİTTAHİRİYN ve ZÜRRİYYETİHİ TAYYİBİNET TAHİRİNİ VE ALA CEMİ IL ENBİYAİ VEL MÜRSELİYNİ TAYYİBİNET TAHİRİNİ ECMAIYN HAYRİL VERA SECİYYEH ESTECERTÜ. SADAKALLAHÜL ALİYYÜL AZİYMİL MÜTEAL.

  • @1muhabbet
    @1muhabbet 5 ปีที่แล้ว +1

    Hocam görücü usülüne evetde, nerde o gören göz, onu bulabilsem teklifine can kurban

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      Görmek!?? 1.Bölüm
      Yaşamımızda en önemli fonksiyonlarımızdan biridir görmek!
      Nedir “görmek”?..
      Ne görüyoruz?..
      Nasıl görüyoruz?..
      Neyi görüyor, neyi görmüyoruz?..
      İnsanların hepsi aynı şeyleri mi görüyor?..
      Bir kısmının gördüğünü, bir kısmı niçin göremiyor?..
      Rüyada gördüklerimiz nedir?..
      Cinleri görenler nasıl görüyor?..
      Melekler görülür mü, görülürse nasıl görülür?..
      Vechullâh (Allâh’ın vechi) görülür mü? Görülürse nasıl görülür?..
      Halüsinasyon nedir?..
      Kâbus nedir? Nasıl oluşur?..
      Kabir âlemindeki görüş nedir, nasıldır?..
      Mahşer görüşü nasıldır?..
      Cehennem boyutunda görüş nasıldır?..
      Cennet boyutunda görüş nasıldır?..
      Evet sualler böylece uzayıp gider düşünen beyinler için... Ancak bunlardan bir çoğunun cevabı tam bir açıklıkla duyulmamıştır pek!
      İsterseniz beraberce düşünmeye başlayalım bu konuda...
      Önce “görmek” nedir; görüyorum, dediğimiz nedir bunu hatırlayalım...
      Karşımızdaki bir objeden bizim gözümüze yansıyan dalgalar, eğer santimetrenin on binde dört ile yedisi arasında ise, gözbebeğimiz bunu biyoelektrik dalgalara dönüştürerek göz siniri dediğimiz hat üzerinden beyne ulaştırır...
      Beyinde bu dalgalar, daha önceden yüklenmiş veritabanına GÖRE, onlarla birleştirilerek bir sentez oluşturmak suretiyle değerlendirilir; sonra da hayali oluşturan görme grubu içinde, bir hayalî imaj oluşur. İşte bu hayalî imaja, biz, “görüyoruz” lafzını kullanırız.
      Beyin, esas olarak ana rahminden itibaren sürekli dış verileri alır, tasnif eder ve depolar... Her yeni gelen dış veri, yani bizim algıladığımız veya algılayamadığımız her dalga, beyinde, kendi frekansına uygun veya yakın dalga boylarına programlanmış hücre grupları içine depolanır.
      Beyinde depolanmış veri dalgaları, genellikle, hayal oluşturan bölüme girmeden, kendi içinde sentezler oluşturarak sürekli yeni tasnifler oluştururken... Bu fikir ihtiva eden dalgalar, bazen de kişinin isteğine bağlı olarak, beynin hayal oluşturan merkezine yönlendirilerek, orada kendi anlamlarına uygun veri dalgalarıyla birleşmek suretiyle, hayalî görüntüleri meydana getirir. Bu bazen de istek dışı olarak meydana gelir, kişinin genel beyin çalışma programına bağlı olarak... İşte o zaman biz hayal görmeye başlarız... Bunun bazı türlerine halüsinasyon da denilir...
      Halüsinasyon ile Velîlerin, Rasûllerin, Nebilerin görüşleri arasında çok önemli bir fark vardır...
      Çeşitli uyuşturucu kullananlar ile cinnî etki altında olanların halüsinasyonlarının arkasında, gerçekte sistemde var olmayan veya sistemin işleme düzeninde yer almayan; temeli olmayan fikirlerin, vehim tesiriyle oluşturduğu temelsiz, asılsız görüntüler vardır... Halüsinasyon denen bu görüntülerin dayandığı fikirlerin, içinde yaşadığımız sistemin işleyiş ve düzeniyle hiçbir ilgisi yoktur.
      Buna karşın Velîlerin, Rasûllerin, Nebilerin hayal yollu değerlendirdikleri müşahede ve keşifler ise, sistemin işleyişine temel oluşturan boyuttaki prensiplere, realitelere ve bunları ihtiva eden dalgalara dayanır...
      Şimdi burada bir kere daha vurgulayalım... Şunu çok iyi anlayalım;
      “Yukarıdan, tanrının ruhundan, belli özelliklere sahip bir ruh kopup geldi, bizim bedenimize girdi; o kendisindeki tanrısal güçle görüp biliyor; bedende terbiye oluyor; sonra çıkıp onun huzuruna gidecek; o da onu yargılayıp cehennemine atacak, ya da cennetine sokacak; işte bu yüzden biz o ruhla görüp işitiyoruz” görüşü, sembolik anlatımların yanlış deşifresinden doğan bir ham hayalden başka bir şey değildir!
      Aklımızı başımıza alıp, “OKU”mayı öğrenip; fark edelim ki...
      Rasûl ve Nebiler “OKU”muş olarak, bize “ALLÂH Adıyla İşaret Olunan”ın yaratmış olduğu, içinde yaşamakta olduğumuz sistem ve düzeni “İslâm Dini” adı altında açıklamışlardır. Zorlandıkları yerlerde de bunu sembol ve benzetmelerle açıklamaya çalışmışlardır. Kur’ân, içinde yaşadığımız “Sistem ve Düzen”i bize anlatan bir kitaptır.
      Öyle ise, her şeyi, ötelerde ve asılsız hayallerde değil; içinde yaşadığımız boyut ve sistemde bulmaya çalışırsak isâbet etmiş oluruz...
      İşte bu anlayışla beynimizi değerlendirirsek...
      Beyin; gerek göz görme sınırları içinde kalarak kendisine ulaşan dalgaları ve gerekse de bunun dışında, direkt olarak aldığı dalgaları değerlendirerek düşünür, hisseder, ve gerekirse hayal merkezini devreye sokarak görür!
      Bu arada, her an, üretmekte olduğu ruh adı verilen dalga bedene de bu verilerini anında yükler!..
      Bu arada hemen şu soruya cevap verelim...
      “Ruh”, dalgalardan oluşuyor ise, bu dalgalar nasıl havada dağılıp gitmiyor da, bir arada kalıp, bir beden hâlini koruyor?
      “Ruh” adı verilmiş bulunan beyin dalgaları hatırlayalım ki beynin ürettiği dalgalardan meydana gelmiştir. Beyindeki tüm özellikler, “ruh” adı verilen dalga bedene yüklenmektedir. Vücutta hücrelerin bir arada tutulmasını sağlayan “çekme” elektriği ve özelliği, aynıyla beyinde de vardır; ve beyin bu özelliği, gücü aynıyla ürettiği dalgalara yükleyerek, ürettiği dalgaların otomatik olarak bir arada bulunmasını temin etmektedir, dalgalarda oluşan o özellikle! Bu yüzdendir ki, insanın ölüm ötesi boyut bedeni olan dalga bedeni=ruhu, bir tekil yapı olarak, cennet boyutuna kadar devam edecektir.
      Evet, konuyu fazla dağıtmadan gene gelelim görmenin göze dayanmayan bölümüne; hayaller kısmına...
      Rüyalar buna girer... Halüsinasyonlar buna girer... Keşifler buna girer... Vahiyler buna girer... Yani, göz aracılığı olmadan görme türüne...
      Rüyalar... Beynin veritabanının, gecenin içinde bulunulan saatlerindeki melekî=astrolojik tesirler altında, o tesirlerle ilgili konularına göre irrite edilmesi... Bunun sonucunda belli bir sentezin oluşması... Bu sentez sonuçlarının peyderpey, belli bir siklusla hayal merkezine ulaştırılması... Bu dalgaların, konuyla ilgili veri sûretleriyle birleşmesiyle de rüya yani görüntünün beyinde oluşması...
      Rüyalar daima, beyin sentezlerinin sonuçları ve rü’yet merkezinde açığa çıkan beynin veritabanına GÖRE görüntü sembolleri olduğu için, konunun ehli kişiler tarafından yorumlanmasını yani sembollerin deşifre edilmesini gerektirir.
      Halüsinasyonlar... Uyuşturucu kökenli veya cin kökenli olabilir... Kişinin beynindeki vehmi oluşturan devrenin, küçüklükten itibaren o kişinin beynine yerleşmiş yerel kültürle alâkalı verileri, uygun sûretlerle sembolleştirmesi sonucu olarak, o kişinin hayal merkezinde oluşan görüntülerdir. Beyindeki vehim (varı yok sayma, yoku var sanma) devresinin, bir uyuşturucuyla kimyasal yoldan, ya da dışardan gelen cin kökenli dalgalarla irrite olması sonucu, kişinin gerçek sandığı asılsız görüntülerle başbaşa kalması halüsinasyondur.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      Görmek 2.Bölüm
      Keşifler... İki türlüdür; görüntülü veya görüntüsüz...
      Genetik istidadın oluşturduğu veritabanının, sistemi okumaya yönelik bir şekilde çalıştırılması sonucu olarak; kişinin, yaşamında edindiği veritabanıyla da birleştirilmek suretiyle, sistemi “OKU”yabildiği oranda değerlendirebilmesi, keşiftir.
      Eğer bu değerlendirmeler, kişinin beyninde, veritabanına, kültürüne GÖRE ve dayalı olarak, hayal merkezine transfer edilirse, bu tespitler sembollerle, hayal sûretleri şeklinde görülür; ki bu, yorumlanması gerekli olan keşif türüdür...
      Hayal merkezine girmeden değerlendirme olursa, o zaman yoruma gerek kalmayan değerlendirmeler olarak, direkt keşif diye algılanır... Buna, “hissî müşahede” de denilir. Bu keşfin sonucunda, kişide, “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”in yaratmış olduğu, “Sistem ve Düzen”in işleyişine dair bilgiler elde edilir ve yaşanır.
      Vahiyler... Ana olarak, görüntülü ve görüntüsüz diye ikiye ayrılır; görüntüsüz olanın da birkaç yan kolu vardır...
      Vahiy, melek aracılığıyla oluşur... Bilinir ki, melekler aslında şekil ve sûretten berî varlıklardır. Ama buna karşın vahiy alan Nebiler; kimi zaman melekleri, örneğin Cebrâil’i bir insan sûretinde görmüşlerdir...
      Bunun sebebi bize açıldığı kadarıyla şudur...
      “OKU”ma sırasında, sisteme dair gerçekler, bazen, kişinin beyninde açığa çıkarken, o kişinin beyin gücüne ve veritabanına GÖRE, hayal merkezine yansıyıp; orada onun veritabanına göre sembollerle oluşmakta; böylece o kişi, bir sûret aracılığıyla o veriyi aldığını düşünmekte ya da işin gerçeğini bilmesine karşın, insanların anlayışına ters düşmemek için böyle açıklama yapmaktadır... Ve yine bu beyin, bazen aldığı veriyi ve beyninde oluşan bu sûreti o kadar güçlü olarak dışa yaymaktadır ki, çevresinde bulunanlar dahi, o dalgaları alarak aynı şeyi “görür” olmaktadırlar... Nitekim günümüzde, bunun değişik bir türü “UFO” görenlerde açığa çıkmakta; birinin beyninde oluşan görüntü, onun beyninden yayılan dalgalarla, aynı anda çevresindekileri etkilemekte; böylece hepsi de, dışarıda aynı şeyi gördüklerini sanmaktadırlar...
      Keza, “OKU”yan Nebi ve Rasûller, bunu yaşadıkları o anlar içinde, genellikle, veritabanlarına uygun bir sûretle sembolleştirerek melekleri görmüşlerdir... Oysa biliriz ki, ne Cebrâil’in, ne Azrâil’in ne de diğer meleklerin somut bir varlığı ve sûreti yoktur, mücerred varlıklardır; yalnızca görenin veritabanına GÖRE sûretlenmiş olarak görülürler...
      İşte bütün bu kısa bilgilerden sonra, fark edebiliyorsak eğer, önemli olan, görmek değil; ilmin beynimizde değerlendirilmesi; onun sonuçlarının hazmedilmesi; sonuçta, gereklerinin yaşanmasıdır.
      Esasen bu konuda yazılacak çok daha incelikler, cevaplanabilecek çok daha sorular var; fakat bizim önce bu kadarını fark etmemiz gerekir... Ki bu da inşâAllâh daha yeni ufuklara ulaştırır bizleri.

  • @birvarmsbiryokmus9539
    @birvarmsbiryokmus9539 4 ปีที่แล้ว

    Gidince onuda soracağım:
    Nabi Abi;
    Gözünü seveyim abi
    Sen bunları yazdın gittin de;
    Senden sonra bizim Türkçemizin başına neler geldi
    Haberin yok tabi
    (😄Sonu benden olsun)
    Benim ömrüm Türkçeden Türkçeye tercüme etmekle geçti.

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว +1

    Allah icin yapmak ne demek 4.Bölüm
    10- ´´B Sırrı Nedir´´? #7
    "B" harfinin işaret ettiği mânâyı anlamamış kişiler, "ALLÂH"ı kendisinin dışında, ötesinde ve hatta "gökyüzünde bir TANRI" olarak düşünüp, daha sonra da işlerine akıl erdiremedikleri için hesap sormaya kalkarlar!
    "B" sırrına erdirilmişler ise, "sonsuz-sınırsız ALLÂH" kavramı içinde, hem kendilerini hem de tüm evrenin bir "hiç" olduğunu fark edip, "an"sız bir biçimde "var olan yegâne vücud ALLÂH imiş" gerçeğinin zevkini sürerler!..
    Bütün azap ve ıstırapları oluşturan, yanlışa şartlanmış "benlik" olduğu gibi; huzur ve zevkin vesilesi de " ALLÂH" kavramı içinde "hiç" olduğunu müşahede hâlidir!..
    "Allâh'a vuslat"ın yolu "B" sırrından geçer!
    02:30 Hz. Muhammed tenzih ve teşbihi bir araya getirerek tevhidi oluşturmuş.
    03:03 Varlıkta varolan, her isim altında açığa çıkan onun çeşitli Esma özellikleridir, O dur. O kendi kendini seyrediyor, fakat bütün bunlardan da beri, münezzeh, kayda ve sınıra girmeyen bir varlık anlamına.
    03:28 Şimdi bu varlıkta, kendisi varolan anlamına olarak, bütün tasavvuf hayatı kurulmuş, işin maneviyat alanı kurulmuş. Buna ilk işaret eden Hz. Ali. Rasulullah tabi ana bilgiyi verdikten sonra ilk işaret eden Hz. Ali.
    03:51 Kuran'ın sırrı Fatiha'da Fatihan'ın sırrı Besmele'de, Besmele'nin sırrı B harfinde, Arapça yazılışıyla ben de o B'nin altındaki noktayım diyor.
    04:05 Kuran'ı anlamak için B harfinin manasını anlamak gereklidir. Zaten tasavvufun tamamı yani ister Abdulkadir Geylani olsun, ister Şahı Nakşibendi olsun, ister Hacı Bektaşi Veli olsun, İmamı Caferi Sadık olsun hangi biri, yani işin künhüne, sırrına vakıf olmuş, hangi zatı ele alırsan al, hepsi de bu B sırrını anlayıp, o B harfinin ihtiva ettiği, yani senin varlığın Allah Esmasından ibarettir ve sen yoksun, orda O var, kendi Esmasıyla bütünüyle O var anlayışına dayalı olarak Tasavvuf oluşmuştur, Tasavvufun temeli Vahdettir.
    05:08 Varlıkta kimseyi eksik kusurlu hasarlı göremezsin, hoşgörü, hoşgörülükten çıkar Hoş Görü olur, Hoşugörü olur. İşte o zaman gerçek manasıyla Allah sevgisi dediğin şey yaşanır. Bu Allah sevgisini yaşayabilmek, Tevhidsiz mümkün değildir, işte onun için yaratılmışı hoşgörürüm, yaratandan ötürü diyor.
    06:08 Etrafın söylediği de kendi yaratılış amacına göre kendisinden açığa çıkandır. Ben varlıkları kişileri itham etmek için varolmadım, yargılamak için varolmadım.
    06:40 İşte Tevhid gerçeğiyle anlaşılırsa, gördüğün varlığın onun dilediği gibi bir Esmasının açığa çıkışı olduğunu fark edersen, huzur dünyasına girersin. Kalbin bunda mutmain olursa, ki Kalb kelimesi ile tasavvufta şuur kastedilir esasında. Kalb kelimesi bu yürek değildir, kalb şuurdur. Yani Esma potansiyeli olan şuurdur.
    07:16 Şuur Esma potansiyelinin sonucunda açığa çıkar. Orada Allah'a ermek diye bahsedilen olay yaşanır, sen kalkarsın kendisi kalır.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      @İstanbul Yeditepe´ye selam!
      GAFLETİN BAŞLANGICI
      Gaflet, birimin bilincinden söz etmekle başlar.
      GAFLETİ FARKETMENİN SONUCU
      Pişmanlık, gafletini farketmenin sonucudur!.
      GAFLETTEN KURTULUŞ
      Gafletten kurtuluş, ancak ‘’birimsellik bilinci’’nden arınış ile mümkündür.
      GAFLET’İN SONUCU
      Şikâyet benliktendir. Gafletin sonucudur!.
      Saygilar

  • @recepdogan7518
    @recepdogan7518 2 ปีที่แล้ว

    Hocam vallha çok şeyler yasdım 96saat

  • @birsenefeoglu940
    @birsenefeoglu940 5 ปีที่แล้ว +1

    Gerçekten namazimi hakkini verebilsem

    • @1muhabbet
      @1muhabbet 5 ปีที่แล้ว +2

      Hanimefendi namazinizin hakkini vermeniz imkansiz, ama derseniz namazimda husuyu yakalamaya gayret etsem, bu bile size cok sey kazandirir.

    • @birsenefeoglu940
      @birsenefeoglu940 5 ปีที่แล้ว +1

      @@1muhabbet sagolun evet gayret

    • @1muhabbet
      @1muhabbet 5 ปีที่แล้ว +2

      @@birsenefeoglu940 Affiniza siginarak namazin sizden istedigi haklardan bir hususu tavsiye etmek isterim, maaalesef namaza nekadar vakif oldugunuzu bilmeden tavsiyede bulunmam hos olmaz, belki isabet ederim, namaza euzu besmeleyle baslarken seytandan Allaha siginirim dediginizin suurunda olunuz ikincisi, fatihada ihdinassiratal mustagiym derken anlamini bilerek ve yürekden söylemeye calisiniz, namaza daha icden kavustugunuzu fark edeceksiniz ins.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว +1

      Namaz 1. Bölüm
      İnşâAllâh faydalı olur…
      Kelime-i şehâdet’ten sonra, “İslâm”ın ikinci şartı Mi’râctır!
      Kelime-i şehâdet ile, “Allâh”ın varlığına, Tekliğine, Ahadiyetine, O’nun dışında başka bir varlık olmadığına şehâdet ettin, tasdik ettin ya; işte bu tasdikin neticesi olarak da “Mi’râc” yapıp Allâh’a ermek durumundasın!..
      Onun için de İslâm’ın ikinci şartı “Mi’râc”tır.
      Burada şunu diyebilirsiniz; “Biz İslâm’ın ikinci şartı olarak ‘namaz’ı biliriz... Nereden çıktı ‘mi’râc’?..”
      Doğru bilirsiniz! Ama, o “namaz”da “mi’râc” olmalıdır; ve dahi namaz, “mi’râc”tır!
      Çünkü Hz. Rasûlullâh buyuruyor ki:
      “Namaz, müminin mi’râcıdır.”
      Böyle olduğuna göre, demek ki gaye, hedef; şuurda mi’râc, bedensel namaz ise araç!
      Öyleyse ikinci şartı neymiş “İslâm”ın?
      Mi’râc!..
      İsterseniz burada bir tespit yapıp; “İslâm’ın şartlarının araçlarına göre sıralamasından söz edelim;
      1. Kelime-i şehâdet,
      2. Namaz,
      3. Oruç,
      4. Hac,
      5. Zekât.
      Şimdi de bu beş zâhirî aracın gayesi olarak hedeflenen beş bâtınî amacı sıralayalım:
      1. “Kelime-i şehâdet”in getirisi: “ALLÂH”ı bilmek,
      2. “Namaz”ın getirisi: “Mi’râc”... “ALLÂH”a ermek,
      3.“Oruç”un getirisi: “ALLÂH”ta “yok”luğunu fark ederek yaşamak (fenâfillâh),
      4.“Hacc”ın getirisi: Maarifi Billâh edinmek (BakâBillâh),
      5. “ZEKÂT”ın getirisi: Hakk’tan eline geleni insanlarla paylaşmak.
      Evet, genellikle gözden kaçan çok önemli bir hususa da böylece dikkatinizi çekmek istiyorum...
      Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıkladığı “Din”de, sistem ve düzen gereği olarak bize teklif edilen ve “ibadet” adı altında toplanan birtakım çalışmalar söz konusudur…
      Ancak biliriz ki, her yapılan çalışmanın bir amacı, bir hedefi vardır!.. “Niçin bunu yapıyoruz?” sorusu, amacın ne olduğunu sorgular...
      Her amacın da bir aracı vardır!
      Araç, amaç içindir!
      İslâm Dini gereği olarak bize teklif edilen çalışmalar, -kesinlikle farkında olmak zorundayız ki- araçlardır!
      İslâm’ın şartları olarak bildirilen araçlar; “İman esasları” olarak bildirilen hedefleri kavrama ve gereğini yaşayarak ölüm ötesi yaşama hazırlanma amaçları içindir!
      Ancak ne var ki, toplumlar, hedef saptırılması yüzünden, araçları amaç edinmişler; amaçları gözden kaybetmişler; araçlarla beyinlerini ve kavrayışlarını bloke edip ötesine geçememişlerdir!
      Hemen burada aklımıza Yunus Emre’nin dizeleri geldi:
      “Hakikat bir denizdir, şeriat onda gemi;
      Çokları gemiden denize dalmadılar!..”
      Yani, araçta takılıp kaldılar, amaca ulaşmadılar!
      Oysa önemi nedeniyle tekrar ediyorum…
      Her araç, bir amaç içindir!
      İslâm’ın şartları kapsamında yapılması teklif edilmiş olan fiiller, çalışmalar; insanı belli amaçlara ulaştırmak için getirilmiş araçlardır!
      İşte bu yüzdendir ki, düşünebilen varlıklar olarak bizlerin, araçlara başvururken, diğer yandan da amaçları çok iyi kavramamız zorunludur!
      Şimdi denebilir ki, “Biz bunları “ALLÂH”ın emrine uymak için yapıyoruz; amaç budur! Gerisine gerek yoktur!”
      Eğer olay bu kadar basit olsaydı, Kur’ân beş-on buyruk âyetinden ibaret olur; insanların akıl ve mantığına, kavrayışına hitap etmez;
      “Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz?”…
      “Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”…
      “Hâlâ basîretle bakmayacak mısınız?”… gibisinden uyarılara gerek duymaz; 6300 küsur âyete de gerek kalmazdı!
      Bu sebepledir ki, biz bir yandan araç olan “ibadet” şekillerini hakkıyla değerlendirerek yol alacağız; öte yandan da hedefi iyi kavrayarak, elimizdeki araçla, amaca ulaşacağız!
      İşte bir araç olan, biçimsel “namaz”ı da bu anlamda, amacına uygun olarak değerlendirmek zorundayız!
      Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) Efendimiz bir açıklamasında:
      “NAMAZ, DİNİN DİREĞİDİR!” buyuruyor.
      Dinin direği ne demektir?..
      O zamanlarda, insanların çok az bir kısmı kerpiçten yapılan evde yaşarken, büyük bir kısmı çadırda yaşıyordu... Çadırın meşhur orta direği vardır. O çadırı ayakta tutan ana direk gibi; dinin direği de namazdır!
      Kişi, “mi’râc olan namaz” gerçekleşmediği sürece, bir önceki basamakta yapmış olduğu “Kelime-i Tevhid”i tasdikinin gereğini hissedip, yaşayamaz... Bilgide kalır!
      İlm-el yakîn, “Kelime-i Şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!
      Bunun Ayn-el yakîni; “namaz”ın mi’râc oluşudur!
      Hakk-el yakîni; “oruç”tur.
      Buraya kadarı Fenâfillâh’tır…
      BakâBillâh ise “zekât”tır!
      Bunlar bugüne kadar pek bahsedilmemiş şeyler olduğundan, belki de nasıl oluyor diyerek yadırgayacaksınız, şaşıracaksınız; hatta belki de reddedeceksiniz…
      Ama sakın ola ki bu açıkladıklarımı inkâr ederek nefsinize zulmetmeyin!
      “İlm-el yakîn”de; kişi ilmî idrak ile “Allâh”ın tekliğini, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın Allâh Rasûlü ve Allâh kulu oluşunu idrak ederek şehâdet eder.

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว +1

      Namaz 2. Bölüm
      Bu şehâdetin neticesinde, aldığı ilme göre namazı ikame ederse (namaz kılarsa değil), o namazı ikame edişi ile kendisinde mi’râc başlar…
      O yaptığı “urûc” ileoluşan “mi’râc” sonucunda da “Allâh”a vâsıl olur!..
      Bunun da neticesinde kendi varlığı ortadan kalkar; varlığında TEK mevcut olan Hakk’tan gayrı olmaz!
      Bu hâlde varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu kavrayınca; Kendisi varlığındaki ilâhî vasıflarla tahakkuk eder.
      Ettiği zaman, “oruç”lu olup, zâhir olduğu kapasite çapında aç kalır, susuz kalır; açlığa ve susuzluğa tahammül gösterir; “Samediyet tecellisi olur” böylece de “Hakk-el yakîn” hâli kendisinde zuhur eder.
      Evet, önce “NAMAZ” üzerinde duralım…
      “Kulun Allâh’a en yakîn olduğu hâl ve zaman secde hâlidir” buyurulur...
      Bir de namazın “ikame” edilmesinden söz edilir.
      Namaz “kılan”lar vardır... Namazı “ikame” edenler vardır.
      Namazın “kılınması” ayrıdır, namazın “ikame” edilmesi ayrıdır, “daimî namazda” olanlar ayrıdır.
      “Zâhir ehli” yani olayın tefekkürüne girmeyenler topluluğu diye bahsedilen “avam” için, “namaz kılınır”.
      Namaz kılınması önerilerek, belli hareketler arasında, belli zikirlerin yapılmasıyla, bu zikirlerden ve dualardan hâsıl olan enerjinin beyin tarafından ruha yüklenmesi hedeflenmiştir...
      Bu çalışmadan amaç, ruhun pozitif enerjisinin kuvvetlenerek, kişinin kendisini ölüm ötesi yaşamda güçlü bir hâle getirmesidir.
      “Namaz”dan söz ederken önce şu tespiti yapalım...
      Kur’ân-ı Kerîm’de “beş vakit namaz” kesinlikle mevcuttur; ve Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) da bu konu kendisine açıldıktan sonra, dünyası değişene kadar bu ibadete, günde beş defa olarak devam etmiştir! Âyet:
      “‘Salât’lara (namaz - Allâh’a yöneliş), özellikle orta ‘salât’a (ikindi - şuurda her an bunu yaşamaya) dikkat edin.” (2.Bakara: 238)
      Namazı beş vaktin altına düşürmeye kalkmak; ya da beş vakit namazı inkâr etmek, tek kelime ile “ahmaklık”tır!
      Ancak, vaktinde kılamadığınız bir namazı daha sonraki namazın öncesinde edâ etmek de imkân dışı olmamalıdır!
      Müslümanların kılmak zorunda oldukları beş vakit namazın vakitleri ve rekâtları şöyledir:
      Sabah namazı 2 rekât,
      Öğle namazı 4 rekât,
      İkindi namazı 4 rekât,
      Akşam namazı 3 rekât,
      Yatsı namazı 4 rekât.
      Bunlar “farz” namazlardır... En azıyla, bu kadarı zorunludur...
      Esasen namazlar, bütün diğer “ibadet” türleri gibi ikiye ayrılır;
      1. “Farz” namazlar
      2. “Nâfile” namazlar
      “NÂFİLE”, yani Türkçe mânâsıyla “YARARLI” namazları araştırmacılar kendi aralarında çeşitli şekillerde değerlendirmeye tâbi tutmuşlardır... “Vâcip, sünnet, müstehap, mendup” vs. gibi tâbirlerle...
      İsteyenler, bu “farz” namazların öncesinde ya da sonrasında, vaktin elvermesine ve içinde bulundukları hâle göre, diledikleri kadar bu namazlardan kılabilirler!.. Ancak bunlar “farz” değildir!
      Bugün camilerimizde kılınan namazların Rasûlullâh (aleyhisselâm) devrinde kılınan namazlarla tek benzerliği, farzların imamla kılınmasıdır!
      Şayet bir kişi, öğle vakti dört-beş dakikasını ayırıp, bulunduğu yerde, veya camide imama uyarak dört rekâtlık öğle namazını kılıyorsa, bu kişi, üzerine “farz” olanı yerine getirmiştir!
      “Farz” namaz önce ve sonrasındaki “nâfile” namazların, “sünnet” adı altında âdeta “farzlaştırılarak”; müezzin yönetiminde tespihler ve dualarla birlikte dinsel bir tören havasına sokulması tamamıyla sonradan oluşturulan bir düzenlemedir!
      Rasûlullâh (aleyhisselâm) zamanında kılınan “terâvih” namazı yalnızca “sekiz” rekât idi!..
      Hele hele, para karşılığı okunan, “mevlid” adı verilen törenler tamamıyla sonradan icat olup, ibadetle hiç ilgisi yoktur!..
      İslâm Dini’nde “mevlid” diye bir ibadet mevcut değildir!
      “Mevlid”, Hz. Rasûlullâh Efendimiz (aleyhisselâm)’ın âhirete intikâlinden yüzlerce yıl sonra, O’nu övme amacıyla yazılmış bir şiir olup; bu şiirin gazel havasında okunmasının da ibadet olması, elbette kesinlikle söz konusu değildir!
      Hz. Rasûlullâh, ancak “Âlemlerin Rabbi olan ALLÂH” tarafından övülebilirdi ki; bu da Kur’ân-ı Kerîm’de gerçekleşmiştir:
      “SENİ ÂLEMLER (insanlar) İÇİN SADECE RAHMET OLARAK İRSÂL ETTİK!” (21.Enbiyâ’: 107)
      Hükmü, O’nun yüce şanını gösterir!
      Bizim gibi sınırlı anlayışlı insanların, O yüce Zâtı övmeye kalkışı ise, O’nun yüce şanına ancak kısıtlama getirir!
      Ayrıca Rasûlullâh bizden, kendisini övmemizi değil; getirdiklerini anlayarak çevremize olabildiğince verici olmamızı istiyor ve bekliyor!.. O’nun ulvî şahsiyetini, kendimize geçim kaynağı yapmamızı değil!
      Ayrıca kesinlikle bilelim ki, para karşılığı yapılan hiçbir çalışmanın “İslâm Dini”nde yeri yoktur!
      Parayla, ne “Kur’ân” okutturabilirsiniz; ne “hatim” indirtebilirsiniz; ne de ölmüş kişilerin “namaz” veya “oruç” borçlarını ödetebilirsiniz!
      Kesinlikle bilelim ki;
      Kur’ân ve Rasûlullâh açıklamaları kökenli “İslâm Dini”nde belirtilen ibadetler arasında, ne “mevlid”; ne de ölünün namaz-oruç borçlarını kapatmak için yapılan “ıskat ve devir” törenlerine yer vardır!
      Bunları yapıyorsanız, kesinlikle biliniz ki, sadece kendinizi tatmin ediyor; bu arada bazı kişilerin de bu bahaneyle geçimine yardım ediyorsunuz!
      PARA ÖDENDİĞİ İÇİN YAPILAN; PARA ALINMADIĞI TAKDİRDE DE YAPILMAYACAK OLAN, HİÇBİR FİİLİN İSLÂM DİNİ’NDE KESİNLİKLE YERİ YOKTUR!
      Eğer, bu yanlışı yapıyor ve bilgisizliğimizin karşılığını biraz pahalı ödüyorsak; suçu karşımızdakinde değil, kendimizde arayalım; işin gerçeğini araştırmayıp, körü körüne, bilinçsizce etrafa uyduğumuz için!
      Bu arada yanlış anlaşılmasın! Biz, “farz”lar öncesinde ya da sonrasında “nâfile” namaz kılınmasına karşı değiliz!
      Dileyen dilediği kadar “nâfile” namaz kılar; ve bunun karşılığında da büyük ecir ve sevap alır! Ancak, bu “nâfile” namazların, bugünkü uygulamalarla, zorunluymuşcasına, “farz”mışcasına takdiminin yanlış olduğunu vurguluyoruz!
      “Nâfile”nin bir türü olan “sünnet” namazını, “farz” namazmış gibi göstermek, bu zannı vermek büyük hata ve gaflettir! Belki iyi niyetledir; ama kesinle bilgisizlik ve düşüncesizliktir!
      “KOLAYLAŞTIRIN, ZORLAŞTIRMAYIN; MÜJDELEYİN, NEFRET ETTİRMEYİN”…
      Buyuran Rasûlullâh (aleyhisselâm) Efendimize düşüncesizce karşı çıkmaktır!
      “DÖRT” ya da “ÜÇ” veya “İKİ” rekât için birkaç dakikayı ayıramayan insanın pek mazeret gösterme şansı yoktur!
      Ancak, günümüz telaşesi içindeki insana, içine beş-on dakikalık “farz”ın da katıldığı yarım saat hatta kırk beş dakikalık, şişirilmiş ibadetler bütününü, “farz” diye göstermek ve kabul ettirmek oldukça güçtür!
      Ve bu, dini zorlaştırarak, insanları zorla İslâm Dini’nden uzaklaştırmaktır!

  • @recepdogan7518
    @recepdogan7518 2 ปีที่แล้ว

    Hocam Recep Tayyip Erdoğan
    Kartal 😭

  • @muratcakr4010
    @muratcakr4010 5 ปีที่แล้ว

    Bu begenmeyenler neyi begenmiyor acaba

  • @birsenefeoglu940
    @birsenefeoglu940 5 ปีที่แล้ว

    Aynen hocam herkez kendine agliyo 😀

  • @necmettinozcan8519
    @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว +1

    Allah icin yapmak ne demek 2.Bölüm
    8-"Tanrı Merkezli Din" mi?
    Konuyu en baştan ya da bir diğer deyişle tam temelinden sorgulayalım.
    “Tanrı merkezli din anlayışı” mı?
    Yoksa...
    “Hz. Muhammed (aleyhisselâm) merkezli DİN anlayışı” mı?
    Evet, gene yeni bir şey attık ortaya! Haklısınız... Ama ne çare ki bu ikisi arasındaki fark, çok çok önemli bir fark!..
    Hatta, bu ikisi arasındaki kesin fark kavranmadan, “dinsel anlayışlar”dan arınılıp, gerçek “DİN” olgusu kavranılmaz!..
    Gelin bu önemli farkı derinlemesine inceleyelim...
    Önce “tanrı merkezli dinsel anlayış”ın geçerli olduğu genel Müslümanlık kabulüne bakalım...
    Bu anlayışa göre, her ne kadar “ALLÂH” adıyla etiketlenmiş tanrı, her yerde denilse de, hep yukarılarda bir yerdedir!.. Buna inananlar, yukarılarda, ötelerinde bir yerdeki tanrıya inanırlar. Oysa, ötede bir tanrı kabulü direkt şirktir (şirki hafî); ve bu şirk anlayışındaki hemen herkesin, kendi kültür, çevre, anlayış ve tasavvuruna göre kabul ettiği bir tanrısı vardır, “ALLÂH” adıyla andığı.
    Bir kısım kişilerin, kafalarına göre gerekçelerle yasaklaması dolayısıyla Kurân’da bu konuda yapılan açıklamalar tefekkür edilmediği için; beyinlerdeki “kişi tanrı” tasavvurları öylece kalır; tekâmül etmez! Ötelerindeki bu “kişi tanrı”, zanlarına ve yanlış anlayışlarına göre, kendi katındaki melekleri aracılığıyla yeryüzünde bir peygamber seçer ve insanlara emirlerini uygulatması için onu elçi-postacı-messenger olarak görevlendirir. Tabii bu işlem de yanındaki meleklerden birini ona GÖNDERMESİ şeklinde oluşur! Yanından, yeryüzündeki seçilmiş peygambere yollanan elçi melek!!!
    İşte bu noktada bir saptama yapalım! UFOcular veya uzaydan gelen birilerinin varlığına inananların bazıları, hemen bu anlayışı değerlendirerek, meleklerin veya yeryüzündekilerin kabul etmiş olduğu tanrıların gökten gelen diğer üstün ırklar olduğunu öne sürerler.
    Şunu vurgulayalım:
    Gökten birileri gelmiş olabilir veya gelecek olabilir! Bunu reddetmek akıl ve mantık işi değildir. Ancak kesinlikle yanlış olan şey, bu gelmiş veya gelecek olanların “tanrı” veya “melek” olduğu kabulüdür! Çünkü aşağıda izaha çalışacağım üzere Allâh Rasûlü’nün bildirdiği şeylerin bu kabullerle hiç ilgisi yoktur. Bunu çok iyi fark etmek ve anlamak gerekir.
    Keza, Deccal diye isimlenmiş tanrı olduğunu ve Dünya’ya kullarının arasına geldiğini söyleyecek olan varlık dahi, işte bu “tanrı merkezli dinsel anlayışları” kullanacaktır! Ötede, yukarıda bir tanrıya inananları kendine tâbi kılacaktır! Yeryüzünde kendisine inanmayan pek az insan kalacaktır!
    Bugün Yahudi ve Hristiyanların “Mesih” lakabıyla bekledikleri kişi, gerçekte İsa (aleyhisselâm) değil, Deccal’dir! İsa (aleyhisselâm) ise, “tanrı” olduğunu iddia ederek ortaya çıkan Deccal’den sonra açığa çıkacaktır! Kendisinin, insanların beklediği tanrı olduğunu iddia eden Deccal lakaplı varlığın ortadan kaldırılışı, bizâtihi 33 yaşında olarak Dünya üzerinde açığa çıkacak olan Hz. İsa (aleyhisselâm) tarafından gerçekleştirilecektir. Bundan sonra Mehdi lakaplı son müceddid ile 7 veya 11 senelik beraberliği olacak, bu arada Yecüc-Mecüc isimleriyle tanınan ırkın Doğu Asya’dan Ortadoğu’yu istilası meydana gelecek, bu da geçiştirildikten sonra 73 yaşına kadar 40 yıl yeryüzünde yaşayacaktır İsa (aleyhisselâm); Rasûlullâh açıklamalarına göre.[1]
    Tanrı merkezli din anlayışında, tanrının eli ve iki kefeli terazisi vardır!
    Neyse gelelim biz ana konumuza...
    “Tanrı merkezli dinsel anlayışa” göre materyalist bir sistem anlayışı esastır!
    Tanrı merkezli dinsel anlayışta, Kurân’da ve hadislerde anlatılan her şey kelime anlamındadır.
    Tanrı merkezli din anlayışında, tanrının eli vardır!
    Tanrı merkezli dinsel anlayışta, tanrının iki kefeli terazisi vardır! (henüz dijital veya ötesi tartı sistemini bulmamış tanrı!!!)
    Bu anlatılanların, insanlara bazı gerçekleri anlatmak için kullanılan misaller olduğu fark edilmez, düşünülmez, kabul edilmez!
    Kısacası, tanrı merkezli dinsel anlayışta anlatılan her şey, madde dünyası gerçeklerine göredir! Bu anlayışta sorgulama, anlamaya çalışma, ne olduğunu bilme, tefekkür yoktur. Emirler ve uygulamalar vardır! Kıyası fukuha adı altında, âyetlerde kesin olmayan her şey, kişilerin yaşadıkları devir şartları altında yorumlanmış ve o yorumlar dahi Din-Şeriat kapsamında kabul edilmiştir. Âyet veya hadislerin o devirler şart ve anlayışı kadarıyla yorumlanması ise, sanki Din’in bir hükmü gibi algılanmıştır.
    Tanrı merkezli dinsel anlayışta, namaz borçtur tanrıya, oruç borçtur ödenmesi zorunlu. Borcunu ödemezsen tanrı seni hapse, pardon cehenneme atar!
    Tanrı merkezli dinsel anlayış şudur: “Biz sadece emirleri uygularız gerisini düşünmeyiz. Neyin ne olduğunu O bilir! Bizim gerisini bilmemize gerek yoktur. Gerek olsaydı onu da bildirirdi. Bize düşen sadece emirlere uyup emredilen ibadetlerimizi yapmaktır. Gerisini sorgulayıp hikmetini ve nedenini araştırmak; tefekkür etmek, diğer konularda fikir sahibi olmak bizim işimiz değildir...”
    “Biz öleceğiz ve kıyamette dirilince her şey meydana çıkacak”zannı da işte bu tanrı merkezli dinsel kabulün bir getirisidir!
    Madde dünyası gerçeklerine göre oluşturulmuş bu tür materyalist dinsel anlayışlar ötesindeki, “Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed (aleyhisselâm) merkezli DİN anlayışı”na gelince...
    Bütün hakikat ehli tasavvuf önderlerinin anlayışı olan bu anlayışa göre... (Ki Hacı Bektaş Velî’den İmam Gazâli’ye, Abdulkâdir Geylânî’den, kendisine “kibirli görünüyorsunuz” diyen kişiye “Bu kibir değil Kibriyâ’dır” cevabını veren Şah Bahaeddin Nakşıbendi’ye ve isimlerini sayamayacağımız kadar çok zevâta göre...)
    “Hanîf” kökenli Muhammed (aleyhisselâm), tanrı ve tanrılık kavramının asla söz konusu olmadığını idrak etmiş bir kişi olarak putperest kavmi içinde yaşarken, nihayet 39 yaşında “tanrı ve tanrılık kavramı yoktur yalnızca ismi “ALLÂH” olan vardır” (Lâ ilâhe illâ ALLÂH) gerçeğini çeşitli tanrılara tapınan putperest topluma ilan etti!
    Burada en öncelikli konu, ismi “ALLÂH” olanın ne olduğunu fark etmektir. İsmi “ALLÂH” olan, bu konu eğer iyi irdelenirse, görülecektir ki idrak edilesi ötelerdeki bir tanrı olmayıp, her birimin ve şeyin derûnundaki, özünde bir kuvvedir, kudrettir! Her şey ve birim kendi dışına âfakına yönelerek değil, kendi özüne ve derûnuna yönelerek o kuvve ve kudrete ulaşır ve ulaşabilirse de O varlık indînde birimsel “yok”luğunu fark eder! “Var olan yalnızca ALLÂH imiş” der bir muvahhid olarak!..
    Bu anlayışta, göklerden insana inen melekler değil, insanın özünden, derûnundan bilincine tenezzül eden kuvveler, ilim (Cebrâiliyet) söz konusudur. Beyin daima kendi veritabanına ulaşanları ve veritabanından açığa çıkanları -Musavvir ismi sonucu- sûretlendirerek bilinçte açığa çıkardığı için, beyinler melekleri sûretler şeklinde görür.
    ALLÂH Rasûlü; ismi ALLÂH olanın derûnundaki hakikatinin dillendirmesini gerçekleştirendir. O hakikatin İlim sıfatının, vahiy yollu açığa çıkışı Risâlettir.
    Olay bâtından zâhire doğrudur; gökten yeryüzündeki et, kemik bedene doğru değil!
    O hakikatin ilmi, “Sünnetullâh” denilen ismi “ALLÂH” olanın evren içre evrenlerde değişmez yasalarını “OKU”maya ve insanlara kendilerine gerekli olduğu kadarıyla bu yasalara uygun olarak yapılması gerekli olanları bildirmeye yönelik ise; buna da “Nübüvvet” denilir.
    Zât’ı itibarıyla “mutlak GAYB” (kesinlikle bilinemez) olan “ALLÂH”, bizim tarafımızdan, ancak, ALLÂH Rasûlü’nün bildirdiği kadarıyla ve O’nun bildirdikleri kapsamında bilinebilir!
    Biz kafamızda kendi hevâ ve hayalimize göre bir tanrı tasavvur etmeyip; Allâh Rasûlü’nün bize (Kur’ân ve hadislerle) bildirdiği kapsamında tefekkür ederek ismi “ALLÂH” olanı anlamaya çalışırız ve sonuçta ortaya çıkanı da asla kayıtlamayız bildiklerimiz kadarıyla!
    Rasûlullâh merkezli anlayışta “Din”; boyutsallık içeren evren içre evrenlerdeki (âlemlerdeki) sistem ve düzenin adıdır! Tüm evren içre evrenler ve içindekiler kendilerini yaratan TEK ilim ve kudretin eseri ve esiri olarak (mutlak teslimiyet içinde) varlıklarını sürdürdükleri için de sistemin adı “İSLÂM”dır!
    “ALLÂH indînde Din İslâm’dır” vurgulaması bu gerçeği anlatır.
    Bu sebeple, Rasûlullâh merkezli anlayış, DİN’dir; tanrıya dayalı inanış biçimleri ise sadece “dinsel anlayışlar”dır.
    Rasûlullâh merkezli anlayışta “Din”; boyutsallık içeren evren içre evrenlerdeki sistem ve düzenin adıdır!
    Rasûlullâh merkezli anlayışta işin ikinci en önemli yanı, insanın “hilâfeti” konusudur. Tüm birimler ve zerrelerin, holografik gerçeklik açıklamasındaki üzere, “Zerre küllün aynasıdır” hadisince; ismi “ALLÂH” olanın bildirilen Sıfat ve Esmâ’sının yansıtıcısı olarak açığa çıkmalarıdır.
    Bu olayı anlamanın yolu, tekten çoğa (tümden birime) şeklinde düşünebilmekten geçer!
    Eğer bu idrak edilirse fark edilecektir ki; “ALLÂH” ismine ait olarak bildirilen Sıfat ve Esmâ, her insanda olduğu gibi bunların açığa çıkışındaki bir mertebe-boyut hükmünde olan kuvveler (melekler) dahi insanın özünden, veritabanından bilincine doğru açığa çıkan varlıklardır...

    • @necmettinozcan8519
      @necmettinozcan8519 5 ปีที่แล้ว

      @İstanbul Yeditepe´ye selam bende takip edenlerdenim, Ilmi seviyorum ve arastiriyorum, istersen senli benli yazisiriz saygilar..