Uzun zamandır hikaye yazmamıştım bu etkinlik oldukça iyi geldi. Umarım okurken keyif alırsınız:) Gökyüzünden yağan elmas misali karlarla kaplanmıştı heryer. Kış mevsimiydi, hava oldukça soğuktu. Yaşlı kitap, yine erkenden uyanmış, sokağı seyrediyordu. Bulunduğu rafa dönerek "Şu sokağa ne kadar da çok benziyorsun" dedi tozlandığını kastederek. Haklıydı, uzun süredir kimse o raflara bakmamış, yaşlı kitabın sayfalarını açmamıştı. Derin bir iç çekti kitap. Sayfalarının arasındaki kuru papatya çiçeğine daha sıkı sarıldı. Bu çiçeği oraya yıllar önce şirin bir kız koymuştu. Başında bir kovboy şapkası vardı, kitapçıya Fatih Sultan Mehmet'i anlatan bir kitap istediğini söylemişti. Kitapçı onu rafından indirip kıza vermişti. Kız onu evine götürüp okumuş, arasına bir papatya çiçeği koyup tekrar kitapçıya götürmüştü. O günden sonra kimse onu okumamış, çiçek de içinde iyice kuruyup incelmişti. Yaşlı kitabın gözü kitapçıyı aradı birden. Masasında oturmuş ceviz yiyordu. Gülümsedi kitap. Kitapçının gençlik hallerini anımsadı. Yaşlandıkça Neşet Ertaş' a ne kadar da benziyordu öyle! Her sabah, bir sincap gibi fındık, cevizle doldurduğu dolabını açar, kabuklarını bir güzel kırar, içlerini afiyetle yer ve kabuklarını kuzine sobaya atardı. O sırada kapıdan genç bir çocuk girdi. Yanakları kıpkırmızıydı, belli ki üşümüştü. Kitapçıya başıyla selam verdi, ardından " Dışarısı buzdolabı gibi" dedi gülerek. Kitapçı ceviz kabuklarını sobaya atarken "Hoşgeldin delikanlı, gel şöyle ısınırsın birazdan" dedi. Çocuk ellerini ovuştururken "Ee sever misin kitapları? Nasıl bir kitap arıyorsun?" diye sordu. "Evet kitapları çok seviyorum. Onları uzay gemisine benzetiyorum. Okumaya başlayınca sizi bambaşka dünyalara götürüyor". Kitapçı, bu cevaptan çok hoşlanmıştı. "Fatih Sultan Mehmet' i anlatan bir kitap arıyorum." Kitapçı biraz düşündü ve başından beri onları dinleyen kitabın durduğu rafa yöneldi. Kitap nefesini tutmuş, büyük bir heyecanla bekliyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı, kitapçı onu rafdan alıp çocuğun soğuk ama sevgi dolu ellerine bıraktı. Gözünü açıp çocuğa baktı, çocuk sayfalarına şöyle bir göz gezdirdi ve içindeki papatyayı gördü. Gülümsedi. Kitapçıya yönelip teşekkür etti. Kitabı çantasına koyarken bu uzay gemisine sevgiyle baktı, kitap da yıllar sonra okunacak olmanın verdiği sevinç ve heyecanla onu başka dünyalara çok daha hızlı uçuracaktı.
Hikayeyi yaklaşık 30 dakika gibi bir sürede yazdım tamamen bana aittir kısa ama öz olduğunu düşünüyorum =) Modern insanın yalnızlığı Mevsimlerden kış, havada kara bulutlar ve ölüm soğukluğu vardı, Baran kuzine sobasının üstünde kestanelerinin çıtırdaması eşliğinde, bir yandada radyoda çalan Neşet Ertaş`ın ´ah yalan dünya` türküsü ile dışarıyı izliyordu. Sonra birden bire düşündü hayat neydi, amaç neydi ? neden yaşıyorduk ki biz ? Bu gibi düşüncelerle beynini yorarken ağaçtaki sincaplara gözü erişti, bu küçük hayvancıklar bu soğukta dışardaki onca engele rağmen yaşam mücadelesi verirken onun sıcacık evinde halinden şikayet etmesi ne kadar doğru idi ? Zaten hep böyle değilmidir. Biz insanlar her zaman elimizde olanlara sevinip şükretmek yerine asla ulaşamayacağımız şeyler için boşu boşuna isyan edip kendimizi üzeriz. Radyosunu kapattı, buzdolabına yöneldi bir çoğumuzun yaptığı gibi kapağı açıp içine boş boş baktıktan sonra geri gelip koltuğuna uzanıp televizyonda zap yapmaya başladı. Kovboy filmleri, Fatih Sultan Mehmet`in hayatının anlatıldığı belgesel, uzay gemilerinin yapım aşaması derken kanalları boş boş zaplıyordu. En sonunda müzik kanalında durmaya karar verdi. Kanalda Teoman`dan papatya şarkısı çalıyordu. Klibi izlerken bir an önce yazın gelmesini istiyordu. İnsan zaten hep böyle değil midir.? Kışın havanın soğukluğundan şikayet eder, bir an önce yaz gelsin ister. Yazın ise hava ne kadar sıcak bir anca önce kış gelsede biraz serinlesek derler. Biz insanlar gerçekten çok tuhaf varlıklarız.
Fatih Sultan Mehmet Uzay Gemisi, tek kişilik mürettebatıyla Dünya' dan ayrılalı tam sekiz ay oldu. Artık uzayın, hiçbir insanın görmediği kısmındayım. Kovboy diye seslendiğim buzdolabı ve yer çekiminin yokluğunu fırsat bilip kaybolma konusunda dünya değil evren rekoru kıran, sincap lakaplı çoraplarla sohbet etmek en büyük eğlencem. İnsan eşyaya bu kadar değer verir mi demeyin. Dünya'ya dair en çok özlediğim şey, dostlarımla Neşet Ertaş dinlerken kuzine sobanın üzerindeki papatya çayının kaynadığını duymak.
Ayşem 5 yaşında, kocaman meraklı gözleriyle her şeyi sorgulayan çok güzel bir çocuktu. Kendi yaşıtlarına göre biraz anlaşılması güç bile sayılabilirdi. Astronot olmayı ister, bunu herhangi bir yerde duyduğu için değil uzayla ilgili herşeye önüne geçilemez bir merak duyduğu için söylerdi. Odasında oyuncaklarından yaptığı bir uzay gemisi bile vardı. Okul dışında ki zamanlarda dedesinin köy evine gitmeye bayılırdı. Gıcırdayan ahşap zemine basarken çıkan sesle dahi türlü hayaller kurardı. Dedesi ona her geldiğinde duvarda asılı duran sazını indirip Neşet Ertaş türküleri söylerdi. Önceleri hiç anlamazdı ama artık alışmış hatta seviyordu bile. Dedesi Neşet Ertaş'ın sadece türkülerini değil tüm hayatını biliyor gibi gelirdi bazen. Bir keresinde bir insanı içten duygularla sevmenin çok kıymetli olduğunu, öyle her şeyin her yerde konuşulmayacağını söylemişti. Bir gün Neşet Ertaş'a ilk ne zaman aşık olduğunu sormuşlar oda anlatırken kızın adını ağzından kaçırıvermiş hemen o anda pişman olmuş. "Bunu yazman gurban olam, sevda sırrınan olur." demiş. Şimdi ne dediğimi anlamazsın ama aklının bir köşesine yaz büyüdüğünde beni hatırlayacak ve anlayacaksın demişti. Ayşem elinde bahçeden topladığı papatyalarla oynarken ne dediğini anlamasa da kalkmış öpmüştü dedesini. Koşarak buzdolabından en sevdiğini çikolatalarından birini getirip dedesine uzatmış, senin anlattığın hikayelerin her biri bana hediyeymiş annem öyle söyledi, bu da benim sana hediyem demişti. Havalar daha sıcak olduğu için kuzine soba yanmıyordu, sırtını sobaya yaslamış otururken okulda öğrendikleri hayvanları düşünüyordu en çok sincapları sevmişti, acaba burda ki ağaçlardan birinde de var mıydı ? O sırada babası eski koltuğa uzanmış kovboy filmi izliyordu. Onların çocukluğunda her pazar kovboy filmleri olurmuş televizyonda, babası da çok severmiş, öyle anlatmıştı. O gün köyden eve dönene kadar yine bir sürü hayal kurmuştu. Ne kadar büyürse büyüsün bu eve hep gelecekti kendine söz vermişti. Şimdi aradan yıllar geçmiş okulda öğretmenleri Fatih Sultan Mehmet'in tahta çıkışını anlatıyordu. Ama Ayşem bunları zaten biliyordu. Çünkü dedesinin o mis kokulu, zemini gıcırdayan evinde günün birinde bu hikaye de anlatılmıştı. Dedesi artık yanında yoktu ama o her zaman köydeki evlerine gider, dedesinin sazını duvardan indirir, tellerine dokunur, bahçeden topladığı papatları vazoya koyar o eski güzel günleri düşünürdü. Sevmeyi dedesinden öğrenmişti ve şimdi sevmeyi bildiği her şey için dedesine minnettardı. Esen rüzgarla birlikte bir kez daha özledi onu...
8 yaşındaki çok kitap okuyan oğlumun 5 dakikalık hayalgücü😊 👉Televizyon izliyordum, kovboy filmleri bitmişti. Neşet ertaş şarkıları başlamıştı. Sonra aniden reklama girdi. Ben de reklamdan faydalanarak buzdolabını açıp yemek aramaya başladım. Oturduğumda çok güzel bir reklam vardı. Reklamda nasanın özel uzay gemisiyle uzayda yolculuk yapmak vardı. Sonra hemen çekilişe katıldım. Çekilişi kazandığımı öğrenince havalara uçtum. Uzay gemisine bindiğimde benim gibi iki çocuk daha olduğunu öğrendim. Sonra birisinin Fransız diğerinin de İngiliz olduğunu öğrendim. Uzayda yolculuğumuz başlamıştı, aniden gemide alarm çalmaya başladı. Bin yılda bir oluşan uzay zaman girdabına yakalanmıştık. Aniden kendimi Fatih Sultan Mehmetin İstanbulu fethettiği zamanda buldum. Benim gibi diğer iki çocukla birlikte papatyalarım içine düşmüştük. Sonra ormanda ilerlemeye başladık, çadırlara doğru ilerliyorduk. Bir sincap bize yol göstermeye başladı. Birden kendimizi Fatih Sultan Mehmetin çadırının önünde bulduk. İçerde duman tütüyordu,çünkü içerde kuzine soba varmış. Başında da Fatih Sultan Mehmet vardı. Ona başımızdan geçenleri anlattık, o da bize yardim etmeye karar verdi. Beraber uzay gemisi yapmaya başladık. En sonunda bitirdik. İstanbul fethedilmişti biz de yolculuğa çıkmaya hazırdık. Sonra kendimizi aniden evde bulduk.
İçini bir heyecan sarmıştı, tebessüm etti. Bir şiir onu nerelere götürecekti; dizeler kafasında tekrar ediyordu "Bir sincap gibi mesela... yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden.." sonunda hayal ettiği yolculuğa çıkacaktı. 3 aydır bunun için birçok işte çalışmıştı. Kafasını çevirdi, kuzine soba gözüne çarptı.Onun önünde arkadaşlarıyla sohbetleri gözünde canlandı, orada onlarla sohbet eder, onların dertlerini dinlerdi. Ama artık sıra kendindeydi. Kendini tanıma, kendini keşfetme vaktiydi; o büyülü kelimeler sayesinde...Kelimelerin böylesine etkili olduğunu o zaman kavramıştı. Kulaklıklarını takıp rastgele bir müzik açtı. Neşet Ertaş çalıyordu. Neşet Ertaş onun için özeldi, ona ruhunu hissettiriyordu. Onun için özel birçok şey vardı: Papatyaların koparıldıktan sonra kokması onu hüzünlendirirdi sonra cesaretine hayran olduğu Fatih Sultan Mehmet vardı bir de... Müzik bittikten sonra valizini hazırlamak için kalktı, merdivenlerden çıkarken buzdolabının üzerindeki fotoğraflar dikkatini çekti. Gözleri doldu. Ailesiyle, arkadaşlarıyla kahkaha attığı fotoğraflardı bunlar... En sevdiği, kardeşiyle kovboy şapkası taktığı fotoğraftı. Onlardan habersiz yaptığı bu uzun yolculuktan sonra aralarının açılacağını biliyordu. İnterstellar gibi uzay gemisine binip dönüp dönmeyeceği belirsiz bir yolculuk değildi elbette ama yine de bunu yapacaktı. Çünkü cesaret seçtiklerin değil, vazgeçtiklerindir. (Hocam bu oyun için teşekkür ederiz çok zevkliydi..)
Şu an saat 23:11 Hikayeme başlıyorum :) Yıl 2040 : Her yerde derin bir üzüntü var kan gövdeyi götürmüştü 3.Dünya savaşı üzerinden 20 yıl geçse de halen acısı dinmedi yerin altında ki sayılı evlerde ben yaşıyorum tabii buna yaşamak denilebilirse Artık elektrik çekmediği için BUZDOLABI kullanamıyoruz onun yerine kendi sıcaklığını koruyan Früzatör adlı bir eşya sayesinde yemeklerimizi içine koyup kendi sıcaklığında koruma altına bırakıyoruz . Bu şekilde de yemeğimizi yeyip içecek içiyoruz içeceğimiz ise yapay su . Her ne kadarda şu an bunu yazarken yağmur sesini adeta nehir gibi duysamda asit yağmuru akıyor sanırım . En son ne zaman PAPATYA Gördüğümü dahi hatırlayamıyorum şu an 33 yaşındayım . Savaşta iken Japonlar tarafından bir hap bulundu hapı yuttuğumuz da hücrelerimizi yenileyerek 150 yıl daha yaşayabiliyor muşuz annemin anlattıklarına göre o hapı yaklaşık 7 yaşında iken içmişim keşke içmeseydim 150 yıl yaşamak zor olsa gerek babam KOVBOY Filmi izliyor ve izlemeye de mahkum sanırım çünkü sadece o tarz filmler yayın da . Annem ise KUZİNE SOBA nın yanında FATİH SULTAN MEHMET Kimdir ? Adlı kitabı okuyor kitap eski püskümüş bir kitap ama okumaya değer hatta kitabın arka kapağı dahi yok yırtılmış her neyse benden farklı insanlarda var tabii mesela en sağımda bir kapı var ve o yan komşunun yer evine giriyor komşuluk burada ölmedi çünkü birbirimize çok yakın ve muhtacız birimizde adi pirinç yoksa ötekinden alıyoruz yeryüzünde yani üstümüzde hiç kimse yok . Aslında var ama onlar göklerde Teknoloji o kadar gelişti ki orta seviye insanlar dahi artık Uzay gemisine binip Dünyadan ayrılıyor . Marsın bir bölümüne Oksijen tabakası enjekte edip orada yaşamaya çalışıyorlar tabii orasıda zor duyduklarıma göre orada dünyadan daha sert kum fırtınaları oluşuyormuş . Eskiden bir SİNCABIM vardı ama savaşta onu kaybettim sırf kendi menfaatleri için bu kadar can gitmelimiydi acaba ? Radyoda şu an Neşet Ertaş Gönül Dağı adlı türküsü çalıyor Saygılar Neşet Ertaşa :) ... Çok uğraşamadım hikaye için ama farklı olacağını tahmin ediyorum . :)
Uzay gemisiyle hızla yol alıyordum , Türklerin son keşfettiği gezegen olan Fatih sultan mehmet gezegenine iniş yapmak için izin istedim , gezegende kum fırtınası vardı , iniş çok sallantılı gerçekleşiyordu , buzdolabından aldığım bütün su üzerime döküldü . Tam kaza yapacakken , kuzine sonanın uzerinde kaynayan papatya çayının ıslığı ile uyandım . TV de sincapları anlatan bir belgesel vardı , kanalı değiştirirken Neşet Ertaşın gönül dağı şarkısına denk geldim dışardaki yağan kar ile ne güzel gidiyordu...
13 kasım 1995. Bir pazar sabahı kuzine sobamızda çay demlenirken,kovboy filmi izleyip babamla uzun uzun sohbet ediyorduk. Nedenini bilmem ama babamin uzun uzun sohbetler ettiği tek kişi bendim. Birden ciddilesti babam ve insan dedi; hep erkenden büyümek ister ve bu telaşe içinde en güzel anlarını hep kaçırır, bu yüzden kalabildigin kadar çocuk kal lütfen. İstemsiz gözlerim doldu ve belli etmemek için buzdolabından peynir getirmeye gideyim babacim dedim,oysa masada peynir vardi. Geri döndüğümde kovboy filmi bitmiş yerine Fatih Sultan Mehmet'in hayatını anlatan bir belgesel başlamıştı, bu benim işime geldi çünkü; bu sözün üzerine uzun uzun düşünmeye ihtiyacım vardı. Düşüncelerime evimizde yankılanan Neşet Ertas'in "sen beni gönlünce mutlu mu sandın ömrümü boş yere çalan dünyada" dizeleri eşlik etti. O yaşlarımda bu nasihat ve şarkı çok manalı gorunmese de babamin dedigini, o dediği için yaptim ve şimdi kendi çocuklarıma baktığımda ne kadar anlamli bir söz olduğunu anlıyorum. 10 yaşında ruj sürmeyi isteyen kızıma, 10 yaşında yakantop oynamasinin ne kadar önemli olduğunu, ruju ömür boyu sürebilecegini ama bir daha yakantop oynayamayacagini anlatirken o uzay gemileriyle ilgili sorular soruyordu. Bir nisan sabahiydi, papatyalar yeni açmış, kuşlar selam vermeye başlamış hatta sincaplar bahçede kosturuyordu. ( acaba nereden geldiler halâ düşünürüm) kızım kucağımda ona babamın sözlerini birebir söylerken birden üzerimize bir yaprak düştü. Sanki selam verir gibiydi, reenkarnasyona inansam o yaprağı ömür boyu saklardim, onun yerine ait olduğu yere bırakmaya karar verdiğimde vakit ikindiye yaklaşıyordu. ( yazim ve noktalama hatalari icin kusura bakmayın:) )
Normalde video altına yorum bile atmam ama sizi izledikçe yaratıcılığım artsın, ileride üretken bir sanatçı olayım istiyorum. Bizlere böyle güzel ve kendimizi sorgulamaya,geliştirmeye iten videolar hazırladığınız için teşekkürler.Devamlı takipçiniz olarak kalacağım sanırım :) Bir Kızın Günlüğü Saat sabahın dokuzu , aylardan kasım , mevsimlerden güzdü. Kavanoz içinde her yıl mayıs ayında toplayıp kuruttuğum papatyalarım vardı. Her zamanki gibi demledim çayımı. Buzdolabından da çıkarıp yediğim mandalinaları o eski kuzine sobamın üzerine koydum. Havaya o mis kokusu yayılmaya başlamışken açtım Neşet Ertaş'ımı . Biraz türkülerini dinledikten sonra klasik müziğe geçtim . Elime aldım kitabımı , başladım sayfaları çevirmeye. İki dakika bile okuyamadan telefon geldi. Arayan en yakın arkadaşımdı. Kitabımı bırakıp müziği de kapattıktan sonra açtım telefonu. Bana ormana at sürmeye gitmeyi teklif etti . Kendisi atlarla ilgileniyordu. Çok iyi de ata binerdi. Şapkasını takar , havalı havalı atını sürerdi. Sanırsın kovboydu ama gerçekten de ata çok yakışıyordu. Ben ise ne jokey ne de kovboydum. Ama bende çok severdim atları. Bu yüzden hemen kabul ettim ve hazırlanmaya başladım. Hazırlandıktan sonra sobayı söndürüp hırkamı çizmemi giydikten sonra çıktım evden. Çiftliğe gittim. Arkadaşımı gördüm. Kendisi atlarıyla güzel güzel ilgileniyordu. Onlarla ilgilenmekten beni fark edememişti. Meslek aşkı bu olsa gerekti. Sonunda beni fark etti ve sıkıca sarıldık birbirimize. sonra benim için iyi bir at seçti. Eyerini falan taktı. Sonra binebilmem için yardım etti. Kendi atını da hazırlayıp bindikten sonra sürmeye başladık atlarımızı. Güzel güzel gezindikten sonra atlarla biraz mola verdik. O sırada etrafta dolaşan bir sincap gördük hem ürkek hem meraklı. Bir hayvan anca bu kadar sevimli olabilirdi herhalde. İnsan Fatih Sultan Mehmet'e teşekkür etmeden edemiyor gerçekten . O buraları fethetmese kim bilir belki göremezdik bu güzel canlıları. Hava kararmadan geri dönüş yolunu tuttuk. Arkadaşım çiftliğe ben eve yol aldım. Eve girince hemen yaktım sobayı, oturdum koltuğuma , açtım filmimi, başladım izlemeye. Filmin türü bilim kurgu. Uzayda geçen bir film. Hikayede bir sürü çocuğu toplayıp uzay gemisinde eğitim veriyorlar. Bu eğitimlerden sonra da bu bilgileri uzaylılar üzerinde kullanıyorlar ve onlarla savaşıyorlardı. Filmin bakış açısı çok farklıydı ama çok akıcı ve güzel bir hikayesi vardı. Neyse bugünde böyle geçti . Yarın ne olacak bilemem ama ben yine yaşayacağım hayatımı yarında ve diğer günde .İyi geceler...
Yeni aldıkları orman evine gidiyorlardı. İlk defa göreceklerdi. Arabada neşeli şarkılar çalarken, birbirlerine bakıp şarkıları birlikte söylüyorlardı. Varmalarına artık çok az kalmıştı. Radyoyu açtı. Neşet Ertaş çalıyordu. Vazgeçti, radyoyu kapattı. Gelmişlerdi bile. Evin etrafındaki ağaçlardaki sincaplar, onlara garip garip bakıyorlardı. Sanki huzurlarını kaçıran bu yabancıların oradan gitmelerini istiyor gibiydiler. Oradan oraya zıplayarak koşuşturmaya başladılar. Arabadan indiler çok heyecanlıydılar. Yeni aldıkları orman evine ilk defa görüyorlardı. Önce evin bahçesini dolaştılar. Hangi sebzeyi nereye dikeceklerini kararlaştırdılar. Bahçedeki papatyaların fazlalığı gözlerine çarpmıştı. Bu normal değil diye düşündüler. İçeri girmeden önce kapıyı incelediler. Çok modern görünüyordu. Bir ağaç evinden ziyade uzay gemisine giriyormuş gibi hissettiler. Kapıyı aradılar ama dış kapının hissettirdiği o modern hava, kuzine sobayı görmeleriyle bir anda dağıldı. Şaşırmışlardı. En azından şömine olsaydı daha iyi olurdu dediler içlerinden. Burası orman eviydi sonuçta. Birbirlerine baktılar. Hayatın onlara gösterdiği küçük oyunları gördükçe çok daha neşelenirlerdi. Hayatın bir mucize olduğunu ve karşılaştıkları bütün zorluklara gülüp geçerlerdi. Soba girişte solda duvara bitişikti ve etrafında "L" şeklinde olan koltuklar vardı. Evin sağ tarafında eski bir buzdolabı olan mutfak vardı. Evin kim tarafından, hangi zevkle döşendiğini bilemediler. Kimse bilemezdi zaten. Öylesine garip bir evdi ki. Fatih Sultan Mehmet tablosunun neden mutfağa konulduğunu anlayamadan, mutfaktaki kovboy şapkasını gördüler. O şapkanın orada ne işi vardı yine kimse bilmiyordu. İçlerine garip bir his gelmeye başladı. Birbirlerine bakıp yüzlerini ekşittiler. Hep bakışlarıyla anlaşabilen çiftlerden olmuştu onlar. Şu anda geri dönmemek üzere buradan gitmek istiyorlardı. Evi daha önce görmeden almanın heyecandan çok saçma bir fikir olduğunu onlar da biliyordu ama artık burada durmak istemiyorlardı ve verdikleri kararı sorgulamak için geçti. Durdukları her saniye, huzursuzlukları katbekat artıyordu. Aynı anda geri dönüp arabalarına gittiler. Müziği son ses açıp neşeli şarkılar eşliğinde geri dönmemek üzere yola çıktılar.
Yıllar yıllar önce, soğuk ve karlı bir kış gününde karar vermiştim bu uzun yolculuğa çıkmaya. Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçerken, kulağımda kulaklık Neşet Ertaş türküleri dinliyordum, bu soğuk kış gününde sıcacık kuzine soba etrafında oturmuş kovboy filmi izlerken, kestane közlediğimi hayal ediyordum. O günün yorgunluğuyla, uyumuşum. Rüyamda, papatyaların ve rengarenk çiçeklerin olduğu, etrafta sevimli sincapların koşturduğu, yemyeşil, büyülü bir ormanda mutlulukla yürüdüğümü gördüm. Ormanın derinliklerine indikçe fantastik bir dünyaya girmişim gibi hissediyordum. Birden karşımda bir buzdolabı gördüm. Kapısını açtığımda karşıma başka bir boyut açıldı. Kapıdan içeri girdim ve kocaman bir uzay gemisiyle karşılaştım. Her şey muhteşemdi ve uyandım. İstasyona gelmiştim. Uzun yolculuğumun ilk istasyonuna, her şeyin bittiği ama aslında yeni başlangıçlara açılan yere gelmiştim işte. Fitnat Hurrem
O an dünyada çoğu insan için sıradan saatlerdi belki, ama Zümra için hayatının en anlamlı saatleriydi. İlk kızını kucağına alışıydı. Papatya gibi narin parmaklarını ilk tutuşuydu. Annesinin parmaklarını sincap misali sımsıkı tutuyordu, güvenle, sevgiyle, tüm benliğiyle. Annesinin sıcacık karnından çıktı ve soğuk geldi her yer ona. Yalnızca annesinin sıcacık bağrı hariç. Buzdolabıydı dünya ve kamp ateşiydi annesi. Zümra'nın kalbinin ritmi değişti, dünyası renklendi, çocukluğu aklına geldi sanki. Hayalleri, oyunları, anıları gözünde canlandı. Kuzine sobada dizdiği mandalina kabuklarının kokusunu duyar gibi oldu. Ardından ablasıyla dinlediği neşet ertaş şarkıları kulağında çınladı. Banyo leğenlerdinden yaptıkları kovboy şapkalarını anımsadı. Ve babasının ona Fatih Sultan Mehmet gibi padişahların, Atatürk ve arkadaşlarının ve peygamberlerin hayatını anlattığı geceler geldi aklına. Yüzündeki tebessümü ancak hayallerden uzaklaşıp kendine geldiğinde fark etti. Kolidorda oynayan bir çocuğun oyuncağı elinden düşerek odaya girdi. Ardından siyah saçlı siyah gözlü bir erkek çocuğu girdi odaya. "Uzay gemimi düşürdüm yanınıza mı geldi acaba?" Diye sordu. Zümra yine hayaller alemine adım attı. Kucağındaki minik serçesinin o yaşlardaki halini gözünde canlandırdı derken çocuğun yerlere bakıp oyuncağını aradığını fark etti. Eliyle oyuncağın yerini gösterdi. Çocuk teşekkür ederek uzaklaştı. Ve Zümra'yı hayalleriyle başbaşa bıraktı. -zehra
Can, büyükannesinin köy evinde yere uzanmıştı, etrafına saçılmış boya kalemleriyle önündeki uzay gemisi resmini bitirmeye çalışıyordu. Kardeşi de yanına uzanmış kocaman bir sincabı boyamaya devam ediyordu. Çok sıkıldım, dedi. Boyamayı bırakıp doğruldu, dizlerinin üstünde kaldı ve üffledi. Elindeki kalemi bırakınca o kalemle boyamak için bekleyen kardeşi hemen atılıp, kalemi aldı ve kendi işine devam etti.Can boş boş kardeşine baktı. Keşke dedem gelse yeni bir hikaye anlatsa. Onlara daha önce biri sürü kahramanlık hikayesi anlatmıştı. Dedesine hayrandı bu kadar çek şeyi nasıl bilebilir, diye düşündürdü. O en çok Atatürk’le ilgili anlattığı hikayeleri severdi, birde Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u nasıl fethettiğini dair anlattığı hikayeyi, dedesi anlattıkça o hayal ederdi. Hayalinde düşmanları yenen güçlü bir askerdi. At üstünde bile savaşmayı çok iyi biliyordu. Belki de bu akşam kovboy filmi izleriz, diye düşündü. Yusuf’ta bayılıyordu kovboy filmlerine… İki kardeş yastığı at olarak kullanırlardı, ellerinde sanki bir kılıç varmış gibi sağ ellerini sağa sola doğru hareket ettirirlerdi. Ne kadar eğlendiklerini düşündü. Tekrar üflenip yerinden kalktı. Kardeşi başını bile kaldırmadan : nereye gidiyorsun ağabey ? dedi. Mutfağa, dedi. Mutfağa doğru yürürken babaannesinin bahçede olduğunu gördü papatyalarını suluyordu. Mutfağa girip buzdolabından su aldı, bardağına doldurup içerken radyoda çalan Neşet Ertaş’ı duydu. Annesinin en sevdiği türkü çalıyordu :” Neredesin sen ?” annesini ve babasını çok özlemişti. Okullar kapanınca yaz tatilini geçirmeleri için onu ve Yusuf’u memlekete dedesini yanına gönderiyorlardı, annesi ve babası çok çalıştıkları için yazın onunlarla beraber gelememişlerdi, İstanbul’da onlara bakacak kimse de olmayınca iki kardeş mecburen köye gelmek zorundaydılar. Âmâ o bu evi, bu köyü aslında çok seviyordu. Burada da çok arkadaşı vardı.Mustafa vardı,Eren vardı bir de Ceren vardı. Ceren’i düşünürken yanakları kızardı,onunla oynamayı çok seviyordu. Babaannesi içeri girdi o sırada “kuzum sana kuzine sobasının üstünde kestane pişireyim mi? Diye sordu.Dedem gelince dedi,Can. Belki beraber bir kovboy filmi de izlerleriz. Az önce yazdım,gerçekten eğlenceliydi :):)
AYNI RESİMDEKİ HİSSİYAT Sonbahar zamanları. Ağaçlardaki yapraklar sanki çürür, yerlere dökülür, yazın ışıldayan papatyalar kuzine sobanın içine konmuş gibi çürür giderdi. Neşet Ertaş gibi hissederdim: hep bir yerim yaralı ve buraya ait olamazdım. Havalar soğuk olmasa bile yazdan sonra buzdolabında yaşar gibi hissederdim. Mevsim devam ederken karşıma bir kovboy çıktı. Bu çürümüş mevsimde ne yapıyordu? Buraya kendini nasıl kaptırabiliyordu? Atıyla yaptığı estetik hareketler, sincapların saklanmalarını izlerkenki yüzündeki mimikler nasıl bu kadar akışta olabilirdi? Yanıma geldi ve heryerin turunculuklarının insanı rahatlattığını, bitkilerin kendi içini gösterdiğini anlattı. Havanın hafiften yüzüne vuruşunu. Oysaki benim boynuma baskı yapan bir mutsuzluğum vardı. Sonra gerçekten doğadan nefret etmediğimi farkettim, eski zamanlarda nasılda kendimi kaptırırdım. Yıldızları izler, onlardan kendime yol çizer, fatih Sultan Mehmet gibi kendime karşı taktikler geliştirir, uzay gemilerini hayal ederdim ve o anda olurdum. Benim asıl korktuğum o anları yaşarken çevremdekilerin başka şeylerle uğraşıyor oluşu, beni saçma ve doğal olmayan buluyor oluşuydu. Kendi kafamda kendimi normal bulmamaya başlamıştım. Dünyanın en huzur verici turuncu rengine çürük der, rüzgarın dokunuşlarından rahatsızlık hisseder olmuştum. Herkesin kendini kaptırdığı bişey vardı, ben benimkinden kaçmamalıydım. Yoksa çevreme ve kendime zarar veriyordum. Ben mutlu olmalıydım ve o uzay gemisini normalimde yürütmeliydim.
Soğuk havayı iliklerimde hissedebiliyordum. Karanlık ve yaprakların çıtırtısı ilk defa üzülmeme neden olmuştu oysa ki ben fazlasıyla profesyoneldim. Zihnim sürekli geçmişe gitmek istiyordu. Tek odalı evimize, kuzine sobanın üzerinde pişirdiğimiz kestanelere.. ilk kez buzdolabı aldığımız gün geldi birden aklıma. Ne de çok korkmuştum.Bir uzay gemisi olduğunu ve içindeki uzaylı kovboyların küçük oğlanların etini ne kadar sevdiğini söylemişti abim. Sonra koşarak anneme sarılışım, onun buzdolabının bizim daha güzel yemekler yiyip daha mutlu çocuklar olabilmemiz için olduğunu söylemesi falan filan.. Yürümeye ve onu aramaya devam ettim. Silah ilk defa bu kadar ağırdı. Durmam için uğraşıyordu sanki dünya. Küçük sincaplar o adam için yastaydı sanki. Muhakkak iyi bir adam olmalıydı ama sonuçta iş işti. Bi ateş gördüm bu o olmalıydı. Yaklaştım ve silahımı doğrulttum ve kahretsin ki yine durakladım. Elindeki kitap dikkatimi çekmişti bu sefer de. Derin bir nefes alıp tetiği çektim ve kitap hızla yere düştü. Yavaşça yanına oturdum. Kanlı sayfalara baktım Fatih sultan Mehmet hakkındaydı. Kitabı cebime koyup bir sigara yaktım. Keşke annemin söylediği gibi olsaydı dedim yüksek sesle daha güzel yemekler yedim belki ama daha mutlu bir çocuk olamamıştım. Sigaramı küçük papatyanın yanındaki toprağa söndürdüm. Az önce öldürdüğüm adamın mezar taşıydı sigaram. Bir Neşet Ertaş türküsü tutturdum sonra. Söyledikçe yürüdüm yürüdüm yürüdüm..
Alican'ın hayali Alican günlerden bir gün Papatya tarlasında dolaşıyordu . Bir önceki gün izlediği filmin etkisinde kalacak ki, uzaklarda gördüğü kocaman traktörü uzay gemisine benzetmişti. Koşar adım hedefine doğru ilerlerken ağaç kovuguna giren sincapları gördü. "hmm sincaplar evlerine girdiğine göre hava kararmak üzere" diye düşünüp istemeye istemeye evin yolunu tutmaya başladı. Annesi Alican'ın geç saatlerde eve gelmesini istemezdi çünkü. Alican da annesini üzmemek adına hayallerine koşmayı üzülerek sonraki güne erteledi. Eve geldiğinde büyük babası ve kardeşi vardı. Annesi komşuya gitmişti. İçinden "tüh, keşke uzay gemisine doğru yürümeye devam etseydim" diye geçirdi... Bir yandan da karnından gurul gurul sesler geliyordu. Hemen buzdolabını açıp bir şeyler bakındı. Daha sonra büyükbabasinin yanına oturup yaptığı sandviçi yemeye başladı. Televizyon acıktı. Kardeşi de heyecanlı bir şekilde kovboyların mücadelesini anlatan bir çizgi film izliyordu. Her ne kadar kumandayı alıp değiştirmek istese de radyo ona daha cazip gelmişti. Belki de uzay gemisiyle ilgili bir haber duyabilirdi. Ne kadar radyo frekanslarını değiştirse de hiç bir habere rastlamadı. Radyoda en net gelen şey, Neşet Ertaş'ın acıklı sesiydi. Suratını düşürüp içeri geçerken çizgi film bitmiş kumanda büyükbabasının eline geçmişti. Büyükbabası belgesel izlemeyi çok severdi. Bu sefer de Fatih Sultan Mehmet' in hayatını anlatan bir belgesel açılmıştı televizyonda. Bi an büyük babasına şehire inen o uzay gemisinden bahsetmek istese de kendisine inanmayacağını düşünerek vazgeçti. Bu sırada kapı çaldı gelen annesiydi. Biraz oturup kuzine sobasında kestane pişirip çaylarını yudumladiktan sonra odasına geçti. Gördüğü uzay gemisinin aynı yerde kalmasını umut ederek hayalleriyle beraber uykuya daldı.... Beğendiyseniz beğenmeden geçmeyin lütfen :)
Bir gün avustralya çöllerinde yorgun yorgun ilerlerken bir sincapla karşılaştım. Gel dedi neşet baba çalıyor. E ben bunu duyunca yorgunluğumu unuttum, Başladım koşuşturmaya. Ne kadar uzun yol gitsek te yorulmadım. Fatih Sultan Mehmet kararlılığında devam ettim. Birden karşımıza tüy şapkalı papatya desenli gömleğiyle bir kovboy çıkmasınmı? İç geçirdim ah bizim angara lı modası diye, Tabi yıllar öncesinden bahsediyorum, Siyasi tabirle "Her eve buzdolabı girmeden önce" Aklımdan bu düşünceler geçerken angaralı kovboyumuz dürttü beni. - Yürüsene be soba kafalı herif! tepki veremeden devam ettim fakat şeytan gıdıklamaya başladı mı bir kez duramıyor insan! Dedim bari kuzine soba kafalı deseydin de Kafam çok işlevli olsaydı. Bunu duyan Angaralı kovboyumuz Kahkalarla gülmeye başladı. Neşet babanın evine de gelmiştik,Angaralı kovboyumuz ne dediğimi anlattı. Neşet baba da gülmeye başladı. Eee ben Darılmıştım bir kere, Telefonumu çıkardım aleyna tilki çaldırdım. Artık sadece "aleyna baba var!" dedim. Neşet baba afalladı ne yapacağını bilemedi. Düşündüm sonra neşet babada bile böyle bir etkisi varsa evrene ne yapar? Daha sonrasındaki hayatımda atladım uzay gemisine thanos edasıyla evrenin yarısına dinlettim aleyna babayı ve açlık, yoksulluk gibi dünyaevi sorunlar çözümlendi. Sayemde Mutlu bir evren var...
Eskiye Özlem Ara ara beyaz bulutların süslediği gökyüzünü aydınlatan cömert bir güneş,esen rahatlatıcı rüzgar. Meyvelerini yetiştirmekle meşgul dutun gölgesinde oturmaktayım. Çocukluğumun yaz tatillerini geçirdigim dedemlerin evinin önündeki dut ağacı.Ağaç aynı ağaç gölgesi aynı gölge ama ev aynı ev değil.Dedemin cenazesinde görmüştüm en son, şimdiyse bir harabe.Eskisi kadar sağlam olsa bile ev içinde yaşayanlar olmadıkça ev olur mu?Ne güzel zamanlardı o zamanlar... Dedem bu ağaca bana salıncak kurardı.Çocukluk işte bense ondan bu ağaca bir ağaç ev yapmasını istemiştim.İçinde çizgi romanlardaki gibi uzay gemisi yapacaktım.Jules Verne nin kitabındaki gibi aya gitmeyi planlıyordum.Günlerce bunun için ağlamıştım.Ama en sonunda dedem ağaçta yaşarsam sincap olacağımı söyleyince ona inanıp vazgeçmiştim.Dayım bunu çocuklarıma her sefer gülerek anlatır.O zamanlar dayıma köyde Sarışın derlerdi.Kasabadan aldığı kovboy şapkasıyla tıpkı İyi Kötü Çirkin filmindeki Sarışın a benzediği için. Dayım bu benzetmeyle çok övünürdü.Ona bir tek evde Neşet derlerdi.Dedem çok sevdiği için ona Neşet Ertaş 'ın adını vermiş.O zamanlar dedemin annesi bile yaşıyordu.Ninem hep bey dediği için dedemin adını ondan öğrenmiştim:Avni.Biraz büyüyünce öğrendim ki Fatih Sultan Mehmed 'in de mahlası olan Avni yardım eden demekmiş.Dedem adının hakkını ne güzel de veriyormuş. Bütün köyün derdini kendi derdi bildirdi.Evde misafir hiç eksik olmazdı.Yarıyıl tatilinde geldiğimde kuzine sobanın üstünde çaydanlık her daim olurdu.Hasta olan birileri gelirse çaydanlığa cezve arkadaşlık ederdi.Öyle vakitlerde oda bazen ıhlamur,bazen nane,bazen papatya kokardı.Bazı vakitlerde eskilerden bahsederlerdi.Televizyonun hatta buzdolabının olmadığı zamanlardan.Zorluklara rağmen sanki eskinin daha iyi olduğundan.Onları şimdi o kadar iyi anlıyorum ki. O günleri, o insanları o kadar özlüyorum ki.Bilmiyorum belki de asıl özlediğim çocuk olmak.Belki de asıl özlediğim saçmalamak. Bilmiyorum sadece özlüyorum.
-Geçmiş- Bir insana geçmişini sorunca nedense hep hüzünlenir ve anlatmaya başlar dert tasa vb. Şeyler farklı pek bişey duymak zordur açıkçası. Oysa bana biri geçmiş diyince aklına ne geliyo diye sorsa benim aklıma kış aylarından okuldan dönünce kuzine sobasına annemden önce sarılmam ve sobanın fırınından çıkan gözleme kokusu... Sonrasında biraz ısınınca uzay meraklısı ben elime telefonu alıp youtubeye uzay gemisiyle dünyaya gelen uzaylılar yazısını aratıp saatlerce sincap gibi o videodan bu videoya sekmek, babamın Neşet Ertaş şarkılarının delisi olduğunu, annemin papatya delisi olduğu ve papatya kokusu aldgmda hep geçmişe gittiğim gelir. Bunlar güzel şeyler aslında fakat babam yine de hep boş işlerle meşgul olduğumu söyler ve Fatih Sultan Mehmet'in genç yaşta büyük başarılarından bahsederk benim hayatımın yönünü değiştirmek isterdi. Haklıydı ama mutlu olduğum bir yoldayım sonuçta. Mesela bi çocuk da kovboylara merak salıp onları araştırabilirdi. Çok normal bişey çünkü çocuğuz biz ufkumuz ve yaratıcılığımız olağanüstü işte. Çocuk etkilendiği şeyleri zamanla kolay unutamaz derler. Gerçekten de öyle bunlar dün gibi yaşadığım unutamadığım şeyler. Hatta net olarak hatırladığım şeylerden biri de babamın bana aldığı muzlu daninoyu buzdolabına koyup saatlerce donmasını bekleyip öyle dondurma gibi yemek. Tadı bile hâlâ damağımda...😊
'Günün birinde bir uzay gemisine binip gideceğim buralardan. Ay'a çıkacağım. Kesfedilmemiş gezegenleri bulacağım. Astronot olacağım. Goreceksiniz bak siz de.' Yıllar sonra çocukluğumun geçtiği köye dönerken bu düşünceler içerisindeydim. Bozkırın ortasında zamanından uzak, imkanları kısıtlı bir coğrafyada doğdum. Ve aklım erdiğinden beri okuyup astronot olmak düşüyle yatıp kalktım. Kış gecelerinde annemin kuzine sobanın dibinde anlattığı masallardaki kahramanlar gibi yaşamak istiyordum. Bunun yolu ise astronot olup uzaya çıkmaktan yeni gezegenler keşfetmekten geçiyordu. İzlediğim bir filmden etkilenmiştim. Çocuk aklı işte. Yıllar yılı bizim köyde anlatılagelen bir hikaye bana ilham vermişti. Efsaneye göre Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemsettin bizim köyden at sırtında geçerken mola vermiş. Ve dagın tepesinden akan nehirden su içmiş. O günden sonra o sudan kim içerse alim olurmuş. Bu rivayetin peşinde astronotluk düşleriyle geçen çocukluğum sonrası hep bu öykü aklıma gelirdi. Belki bugün bir astronot olamadım ama kovboyların anavatanı Amerika'da okuyup mühendis olarak yıllar sonra köyüme döndüm. Yaşayan kahramanım Neşet Ertaş'la İstanbul'da karşılaştığım o günden beri hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Çocuk halimle sincap kovaladığım tarlaları geride bırakıp köy meydanına kavustum. İşte yıllar sonra yeniden doğduğum topraklardayım. Bir yanımda çocukluğum bir yanımda hasretim. Değişik duygular içerisindeyim. Buzdolabının bile lüks sayıldığı o yokluk yıllarından sonra şimdi 'büyük adam' olup evime dönüyorum. Uyumak ne mümkün. Güneş doğar doğmaz tarlalara koşacağım ve kucak dolusu papatya toplayacağım. Kimin için mi? Boyundan büyük hayaller kuran ve o hayallerine sahip çıkan içimdeki çocuk için.
"Dedemin Notları" Nereden nereye derler her zaman bulunduğumuz zamanda uzay gemisi üretiliyor artık halbu ki ben henüz küçükken hatırlarım Neşet Ertaş'ın Kuzine Soba'sının karşısında ki masanın üstünde duran Papatyaları tüplü televizyonunda açık olan kanalda Kovboy filmleri dönerken bize anlattığı Fatih Sultan Mehmet hikayeleri ve Buz Dolabından çıkardığı soğuk suyun içine dahi buz atığını, birde hep düşündürürdü hikayelerinde kesilen ağaçlardaki o yavru sincaplara neler olduğunu işte dostlarım hepsi birbirinden güzel anı bunların hayatınızın ve anılarınızın değerini bilin mutluluk her zaman içinizde
Soğuk bir kış mevsimi. Heryer bembeyaz. Tepelerde uzay gemisinin içinde, kuzine sobanın başında oturan alımlı bir genç kız. Küçük bi saksının içerisinde yetiştirdiği, en sevdiği bitki olan papatyalar , dışarda olan buz gibi havaya aldırış etmeden tüm ihtişamıyla bulunduğu uzay gemisine renk katıyor. Kız birden sobanın başından kalkıp mutfağa yöneliyor. Buzdolabının üzerinde duran dünyadan anı kalması için aldığı ; küçükken çizgifilmini severek izlediği kovboy , İstanbul gibi mükemmel bi şehri fetheden Fatih Sultan Mehmet ve en sevdiği hayvan olan sincap magnetlerine uzun uzun bakıyor. Artık Dünyadan , yıllarca yaşadığı gezegenden gitme vakti. Yavaşça ve hüzünle Neşat Ertaş'ın Yalan Dünya şarkısını mırıldanarak rotasını uzaya doğru yönlendiriyor.
Dışarıya biraz daha farklı bakmayı denedim. 1 kişi bile olsa umarım farkındalık kazanabilir. Genişçe bir ormandan yuvaya ulaşmayı başarmıştı. Artık bitmek bilmez yolculuğu sona ermişti. Eskiden yaşadığı yere, ailesinin yanına dönebilecekti artık. Çocuklarının kokusunu doya doya içine çekecek karısının sevgi dolu sonsuzlukla kutsanmış kehribar gözlerine bir ömür bakacaktı sonunda. Etrafındaki ağaçlar, otlar, kayalar ve hatta taşlar bile çok tanıdık geliyordu. Her yerde bir anısı vardı. Tamam belki uzun bir yoldan gelmiş ve heryeri yara bere içince olup kıyafetleri yıpranmış olabilirdi ama biraz sonra ailesine dönmesinin vereceği mutluluk herşeye bedel olacaktı. Ve işte yuvasıyla arasına engel olan son ağaçı da geçince yüzündeki sevki dolu ifadesi derin bir suskubluğa ardından da acı dolu bakışlara döndü. Yuvası yoktu. Daha doğrusu birisi eskiden yuvasının olduğu yere devasa taş yapıtlar dikmişti. Bunlardan onlarca vardı etrafta. Başını çevirip baktığında çok daha yükseklerini, adeta bulutlara değecek kadar yükselen parlayan taştan yapıları görebiliyordu. Birisi yuvasını yıkmıştı. Hemen taştan yapıtın etrafını koruyan duvarlardan bir boşluk bulup geçerek içeri girdi. Burasıda ormana benziyordu ama sadece ufak papatya çiçekleri ve çimenler vardı. Bir sürü de plastik oyuncaklar. yapıya daha da yaklaşıp kendisini de görebildiği bir maddeden içeri baktı. Minik bir sıncap ailesi oturmuş televizyonda kovboy filmi izliyorlardı. Bu soğuk gecelerde onları ısıtacak Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma kuzine soba hemen yanlarındaydı. Ve sanki üst kattan Neşet Ertaş'ın sazla bestelediği şarkıları duyuluyordu. Başka bir yapıta bakmaya karar verdi. Oda diğeri gibi 2 katlıydı vr tepesinden zehirli dumanlar yükseliyordu. Adeta hasta ediyordu onu bitkin düşürüyordu. O evin içinde de maymunların yaşadığını gördü. Birisi buzdolabından birşeyler çıkartıyor diğeri de televizyonda uzaylı gemisiyle ilgili bir haber izliyordu. Bir süre daha ailesini aramaya devam ederken etrafındakilerin ondan korktuğunu gördü. "Onlara ne zarar verebilirim ki." Diye düşündü. Sadece bir insandı ve ailesini arıyordu. Bir türlü bulamadığı ailesini. Bir hayvanın yanına gidip yardım istemeyi denedi. Ama oda hemen korkup evine kaçtı. Belki onlar gibi tüylü olmadığı yada onalr gibi hareket etmeyip doğasına uyduğu için ondan korkuyorlardı. Ama ailesini bulmalıydı başlarına birşey gelmiş olabilirdi. Telaş içinde dolaşırken bir araba yaklaştı ve ona uzun bir şey doğrultan hayvanları gördü. Bir şey vücuduna saplandı ve kanı yavaş yavaş akarken oda gözlerine sakince kapıyordu. Aklındaki son düşüncesi "benim suçum neydi ki. Daha önce biz buradaydık. Hem evimizi yıktılar hemde ailemi dağıttılar. Benim suçum neydi ki." ve gözleri derin bir karanlıkla kapandı
Beyhan bey merhaba.Verdiğiniz kelimeleri okudum o anda içimden ne döküldüyse yazdım.bu tarz etkinliklerin devamını beklerim.gerçekten farklı bir deneyim. Unutulmaz Degerler YIL 2500...Tarih tekerrürden ibarettir diye boşuna dememiş atalarımız.Uzay cağını yasıyor olmamıza rağmen düşmanlar İstanbul dan vazgeçmiyorlardı.Yine bir savaş tehlikesi ile karşı karşıyaydık.Tarihimizi kapsül müzelerde korurken,ucan arabalarımız yere değmeyen gökdelenlerimizle yine tehdit altındaydık.Yeryüzünü yesillendirip korurken en fazla 3 kat olan yeryüzü evlerimiz vardı.ama lüksünden ödün vermeyenler için uçan villalar vardı.e onlarda haklıydı yıldız galaksilerin manzarası süperdi. Yönetici güçler İstanbul'a çevrilen silahlar karsısında endişeliydi.Evet çok güçlüydük son teknoloji silahlar vardı.Ama düşmanda güçlüydü.Hafife alınmazdı.Tarihi hatırlıyorlardı.Bu topraklar karadan yürütülen gemilerle büyük deha Fatih Sultan Mehmet han tarafından kazanılmıştı.O zaman ecdada sahip çıkma vaktiydi.Düşmanın topla tüfekle karsımıza çıkmakta zerre tereddüt duymadığı bu çağda bizde gerekeni yapmalıydık.Çünkü düşman tarihimizin çok uzaklarda kaldığını uzay cağına yenildiğinizi düşünüyordu.Boğaz köprülerimiz tarihi yarımadamız Galata mız Kız Kulemiz hepsi yerli yerindeydi.Ama onların göremeyeceği zarar veremeyeceği şekilde izole etmiştik.Tamamen asimile olduğumuzu düşünerek saldırıyorlardı. Yönetici güçler savaş uzay gemilerini karadan yürüterek düşmanı şaşırtacak,uzayda yapılacak sanılan savasın kazanılması ihtimalini kuvvetlendirecekti.Uzayda karşılarında muhatap bulamayan düşmanlar şaşıracak o sırada yeryüzünden ateş açacaktık.Atalarımız gibi bize yakışan şekilde karadan yeryüzünden savaşacaktık. Vee savaş uzay gemilerimizi karadan yürüterek uzaya kapsül ve uzay gemilerindeki düşmana ateş açtık.Hiç beklemedikleri bu hamle karsısında bozguna uğramışlardı. Yıl 2501..Atlattığımız savaş sonrası kutlamalar devam ediyordu.zaferimizin ilk yılında destanımızı atalarımızın sanatçılarıyla kutladık.Neşet Ertaş tan Ah yalan dünya yı dinlerken müzeden getirttiğimiz kuzine sobalarda kestane pişirip yedik.Uzay cağında yaşadığımız bu savaş bize milli değerlerimizi tekrardan yàd ettirdi.Belgrad ormanına piknik alayı kurduk eskisi gibi.Papatyalar açmıştı.Etrafta sincaplar koşturuyordu.Bakımını asla ihmal etmiyorduk e tabi çöp ateş gibi unsurlar da olmayınca tahribat büyük ölçüde azalıyordu.ama bugün başkaydı.Tedbiri elden bırakmadık halkın böyle toplanmadığı yüzyıllar oldu.Etrafta insanları tedirgin etmemek için kovboy kılında güvenlik güçleri dolaşıyordu.Mangallar yaktık.Uzay cağı çocukları ip atlamayı top oynamayı pek bilmedikleri için koca koca anneler babalar dedeler annaneler ip atladık top oynadık.Buzdolabından çocukluğumuzdaki gibi kana kana su içtik.Gerçekten özlemişiz.Su anki kolaylıklar o zaman olsa bize süper gelirdi ama iyi ki o günleri yaşamışız.Çocuklarımız şaşkınlıkla bizi izlediler.Gerçi onlara okullarda geçmiş örf ve adetlerimizi öğretiyor izlettiriyoruz.Unutulmasına izin vermiyoruz. Günün sonunda yıllardır terlemeyen biz kanter içindeydik.Ve dedik ki biz asla dağılmayız ve asla atalarımıza ihanet etmeyiz.Bir kez da dosta düşmana milli birlik ve beraberliğimizi kanıtlamış olduk.
Kısa sürede yazdığım hikayeyi sizinle paylaşıyorum umarım beğenirsiniz... Yıl 1996 bir kış günü Yavuz tren ile Ankara'dan İstanbul'a yola düşmüştü, birden arkalardan bir ses duydu radyoda çalan en sevdiği türkü Neşet Ertaş'tan Zahidem türküsü kulağına değdi. Aklına o geldi hiç çıkmıyordu ki herşeyden çok sevdiği Zahide'si onu memlekette Ankara'da bırakmıştı. Yavuz onu şimdiden çok özlemişti çünkü Papatya'dan taçlar yaptığı yarinden ilk defa bu kadar uzağa gidiyordu hemde para kazanmak için,para kazanıp döndüğünde Zahi'desiyle evlenecekti. Zahide ise küçük kardeşi FSM ' ile birlikte buzdolabından yiyecek çıkartıp bir yandan küzine sobasını yakmaya çalışıyordu. Diğer odadan bir ağlama sesi duyan Zahide hemen o odaya gitti ve haylaz FSM ablasının ona aldığı oyuncak sincabı yanlışlıkla kırmış diğer oyuncakları uzay gemisi ve kovboy şapkasınıda kaybettiği için de ağlıyordu, Zahide üzülme diyerek onu öperek tesselli etti fakat birden birşey olmuştu Zahi'denin yüreği gökte çarpan yıldırım gibi bir hisse kapılmıştı bu sefer kardeşi ağlarken yaşlı gözleriyle ablasına baktı ç ve ablasının yüzündeki ifadenin sebebini anlıyamadı o an Zahide de anlamadı fakat kötü bir hisse kapılmıştı. Ertesi gün yani pazartesi dışarı çıkıp evin alışverişini yaptıktan sonra eve dönerken markette gördüğü gazetede bir haber gözüne takıldı ve o haberde şu yazıyordu ; Ankara'dan Pazar günü yola çıkan İstanbul Treni Kocaeli sınırında kaza yapmıştı 45 ölü 100 yaralı vardı, Zahide'nin eli ayağı titredi ve gözüyle hemen Yavuz'un ismini aradı Yavuzun adını gören Zahide oracıkta bayılıp hastanede gözünü açtıktan sonra üzüntüden en fazla 6 ay daha dayanabildi ve o da Yavuzunun yanına gitti.
Soğuk şubat ayının öğlesinde evin penceresinden kış güneşi odanın ta ortasına kadar geliyordu. Neşet Ertaş kerpiç evinde, kuzine sobasının yanında bir yandan ısınmaya çalışıyor, diğer yandan sazının akordunu yapıyordu. Doğrusu çok üşümüştü. Çünkü az evvel evinin yakınındaki oramanlık alanda yürüyüş yapmış, temiz orman kokusunu ciğerlerine doldurmuştu. Ormanda yürürken izlediği kovboy filmi aklına geldi birdenbire; -"Hey amigo" diyordu kötü kovboy, silahını hayvan kaçakçısına doğrultarak... Fena değildi film. Sadece boş vaktinde eğlenmesine yardımcı olmuştu. Ormanın derinliklerinde ilerlerken birden bir sincap belirdi karşısında. Gözlerini Nelet Ertaş'ın gözlerine dikmişti. Hareket etmeden bir süre öylece durdu. Sonra ağacın dallarına zıplayıp kaybolmuştu. Neşet Ertaş yürüyüşte evine dönerken peynir, zeytin, yoğurt almıştı. Eve geldiğinde eski buzdolabına düzgünce yerleştirdi aldıklarını. Kendine sıcak bir papatta çayı demledi. Kuzine sobasının yanında otururken bir yandan da ılımış olan papatya çayını yudumlamaya başladı. Ve derin hayallere daldı. Elbette onun zamanında uzay gemisi yoktu. Keşke olsaydı diye düşündü. Şayet Fatih Sultan Mehmet zamanında bir uzay gemisi olsaydı İstanbul'un Fethi ne kadar da kolay olurdu diye hayıflandı. Ama olsundu. Uzay gemisi olmasa da, gemileri karadan yürütmüş ve İstanbul'u fethetmişti. Adı tarihe altın harflerle yazılmıştı Fatih Sultan Mehmet'in. Tarihimiz ne zengindi. Düşüncelerinden sıyrıldı Neşet Ertaş. Ve sazına dokundu merhametli elleriyle. Yer, gök sazından çıkan nağmelerle sevindi..
Yazarken bile çok eğlendim :D Papatyaların güzel kokusu insanları mest edip büyülerken .Kovboylar lokal cafelerinde biralarını yudumlayıp sohbep ediyorlardı avlarını düşünüp iştahları iyiden iyiye açılıyordu bu sıcak yaz günününde ve birden cafedeki televisyon açıldı aniden . Ve televisyonun sesi kükredi Fatih Sultan Mehmetin ismiyle kovboylar içten içe büyülendiler onun ismi ve şohretiyle. Hava birden esmeye başladı bu sıcak yaz gününde öyle bir esti ki sanki havanın insanlara anlatmak istediği hikayeler varmış gibi insanlar tir tir titrerken bu soğukta birlik olup kuzine sobayı açıp aniden içlerini ısıtılar bu esintide. Olayların arkası hiç kesilmiyordu bu yaz gününde aniden gökten uzay gemisi indi . Kovboyların şaşkınlığı yüzlerinden okunuyordu ve silahlarına dayandılar bilinmezliğin şuphesiyle camı açıldı uzay gemisinden Bir şarkı duyuldu etrafta Neşet ertaşın gönül dağı ve bu şarkıyla büyülenen kovboyları uzay gemisine çekip götürdü bu sis . Bunu gören sincap açtı gözlerini iyice ağaçların arkasından . BirdenBuzdolabini gördü sincap ve aşık oldu içinde gördükleri şeylere 10 dk önce olan şeyler silinip gitti tatlı sincapın gözlerinden..
Artemis Baskahraminiz Artemis, dünya ile uzay arasinda bir boslukta yaşayan ve benliğini arayan biri. Gerek dış görünüşünden gerek zihnine ayna tuttuğu yansimalardan ait olduğu alanı henüz bulabilmis değil. Dünya ile uzay arasında her iki tarafa da eşit mesafede yasayan Artemis, benliğini bulma çabasına, yaşayacağı ortamı bulma ile başlar. Önünde üç secenek vardir: Ya dünyaya yerleşecek, Ya uzaya gidecek ya da şu an yaşadığı yerde yasayacakti. Ilk olarak bir uzay gemisi ile uzayı kesfetmeye çıkar. Keşif anında ilgisini çeken birçok durum ile karşılaşsa da kulağına gelen bir ses onu uzaydan uzaklastirir. Tam tanimlayamadigi bu tiniya ulasmak icin dünyaya doğru yola çıkar. Kulağına gelen bu sese odaklanan Artemis, sazli sozlu bir adama ulasir. Bu adam bir kuzine sobanin başında papatya guluslu sevdigine türkü söyleyen neşet ertastir. Artemis, aşkın ne olduğunu tam olarak bilmese de bu aşkı İstanbul ile Fatih Sultan Mehmet arasındaki iliskiye benzetir. Uzayda hissedemedigi bu duygu onu dünyaya yakınlaştırır. Artemis, doğru karari verebilmek icin tekrar uzay ile dunya arasindaki yerine gider ve dusunmeye baslar. Tam o sirada, kovboy filmlerinde gördüğü o ihtişamlı yeleklerin rengine benzer renkte bir sincap görür. Sincap ile bir süre sohbet eden Artemis karninin gurultusu ile uyanır. Buzdolabina yönelen Artemisin akli hala gördüğü ruyadadir. Duvarinda asılı aynaya bakan Artemis, benliğini bu rüya sayesinde bulabilmistir. Aslında Artemis, uzayda Neşet Ertaş dinleyen bir sincap kadar essiz bir benlige sahiptir.
Arka bahçesi papatyalarda doluydu bu huzurlu evin ve yeşil örtünün üstünde sadece beyaz güzellikler yoktu daha nicesi mevcuttu. Yaprakları rüzgarda uçuşmuş çırılçıplak gelincikler, menekşeler, sümbüller. Bir de küçük ormanı vardı arka bahçenin. Bu evde huzur bulabileceğin en güzel mekandır orası.Ağaçların arasında bir yürüyüşe çıkarsan eğer, sessiz ol sincapları ürkütme, onları kaçırma, belki görme fırsatı yakalarsın. Bu denli güzelliklerle donanmış bahçeden ayrılıp bir de eve girelim. Bu ev şehirdekilere benzemiyor. Beton yapılardaki gibi "sahte ev" görünümünden uzak. Doğayla, etrafındaki bütün güzelliklerle özdeşleşmiş bir taş ev bu. Yaz mevsiminde serindir evin içi buzdolabı gibi, klimayı aratmaz. Kışın da zor ısınmaz, bir kuzine soba yeterlidir. Bir köşem var bu evde kendimce dizayn ettiğim. Büyük bir pencerenin önü. Pencerenin önünde masam, sağ tarafında 3 raflı bir kitaplık. Bir raf babama ait. Kitaplıkta biraz kitap, üç beş kovboy filmi, bir tane de müzik kasedi var sanırım Neşet Ertaş. Ben müzik dinlemeyi sevmem kaset de babamın zaten. Babamla zevklerimiz epey farklıdır. O tarih kitapları okumayı sever. Bir dizi padişahların hayatları konulu kitaplar var. Fatih Sultan Mehmet'ten tutun Abdülhamit'e kadar neredeyse tüm padişahlar mevcut. Kitap sevgimin ötesinde bir de uzay tutkum var benim. Canım sıkıldığı zamanlar uzay temalı maketler yaparım sonra köşemde bir yer bulup yerleştiririm. Kitaplığın üstünde duran uzay gemisi maketi de bu tutkumdan şekillenen bir eser.
Ellerim ... Benim bedenime göre biraz küçük ve ten rengim gibi esmer ellerim . Parmaklarımda biraz biçimsiz sanki . Onlar bile benim ezilmisligimi simgeliyorlar . Yüzüm yeterli degilmiscesine . Banamı öyle geliyor bilmiyorum ama bütün çirkinligimi gün yüzüne çıkartıyorlar . Oysa gözlerime 2 saniyeden uzun bakan herkes icimdeki acinin milliyetimede , çirkinliğimede , ten rengimede agir bastigini farkedebilir . Benim adım Samed . Arapcada hickimseye muhtac olmayan anlamina geliyor . Bu anlam bana cok ters aslinda . Sonucta herkesin muhtac oldugu seyler vardir . Kimisinin yardima kimisininse sadece vicdana . Benimde en cok bir arkadasa ihtiyacım var . Beni sevecek ve oldugum gibi kabul edebilecek birine . Bir dosta hatta bir sırdasa . Suana kadar hep dıslanmis birine çok buyuk bir hediye olurdu bu . Elbette mumkun olmayan birsey bu . însanlarin acimayla baktigi biri hickimsenin dostu olamiyor . Kimsede gözlerine bakmiyor . Gözlerindeki çigligi gormuyor . Ten rengi gozlerden ve acilarimizdan once geliyor cunku ... 13 yasinndaki caresiz bir cocugun çıgliklarini duyabilmeniz icin çok yakininda olmaniza gerek yoktur . Hayata ve insanlara direnen birini uzaktanda farkedebilirsiniz . Yeterki kalp gözüyle bakın ... Pek güzel olmadiginin farkindayim ama sizce nasil ?
Kurgusal bir hikaye de ben yazdım yaklaşık 30dk sürdü. Soğuk bir kış günüydü. Beyaz sessizlik hâkimdi. Masum bembeyaz bir sabaha uyanan sayılı evlerden birinde, karla kaplı çatısında her daim tüten dumanıyla, soğuktan buğu yapmış küçük penceresinin içinden bakan küçük bir çocuk vardı. Küçük çocuk bazen babasıyla şakalaşıyor, bazen de kendi başına sınırsız hayal gücü ile ilginç ilginç oyunlar çıkartıyordu. Eline aldığı yassı metalden imal edilmiş iki çay tabağını uzay gemisi gibi birleştirerek oradan oraya zıplayarak uçuruyordu. Az sonra dedesi girdi içeriye. Derin bir nefes alarak kuzine sobada pişen o sıcacık ekmeğin kokusunu çekti içine. Ardından buzdolabının üzerine bırakılmış eski yapraklı kitabı alıp torununun yanına camın dibine oturdu ve sayfaları bir yer arar gibi çevirmeye başladı. Bir ara duraksadı; ilk bahardan kalma kurumuş bir papatya duruyordu sayfaların arasında. Hafifçe tebessüm edip devam etti. Zaman zaman küçük çocuk, dedesinden yaşanmış kahramanlık öyküleri dinlerdi. Son dinlediği, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul fethetmesiydi. Küçük çocuk etkilenmiş olacak ki hayalinde bir ata biniyormuş gibi üzerinde sincap şekli dikilmiş eski taşyünü yastıkla bir kovboy gibi evin içinde koşturuyordu. İşte bu sıcak yuvada büyüyen küçük çocuk Neşat Ertaş'ın ta kendisiydi.
"Akvaryum un melodisi" Saz sesi sarmis dört bir yani. Gönülleri hos etmis. Gönülleri birlestirmis. Duygulari derinlestirmis. Insanlar bir olmus. "Gönlüm hep seni ariyor,neredesin sen,neredesin sen..." Kimi sevdigini düsünürken, kimi gecmisine yanarken, kimi yavrusuna tam o "gönlüm hep seni ariyor" esnasinda simsiki sararken, sükür ederken, belkide ilahi adaleti beklerken, kimi dudaklarini bükerek,ayni zamanda basini sag sola sallayarak "Var mi Nesat Ertas gibi si" diyerek, bir türkünün insanin yüregine en direnden islemisine sasip kalir. Uzay gemisine binip dünyaya yukardan baksak, kanatlarimizi acip, zoru basarsak.., ne görürüz? Ben ne görürüm? Akvaryuma benzeyen yuvarlak bir sey. Eline bir büyütecek al ve incele. Icerisinde varlik üzerine varlik,seven,kiran,döken, istanbul u fetheden Fatih Sultan Mehmet ve bir cok liderler, sonra amerika da bulunan atlarina binen,ineklere bakan,iplerin sallayarak hayvanlari ,bazen de insanlari kovalayan kovboylar. Bellerinde silah tasima ihtimali yüksek olan senin benim gibi insanlar. Sonra bir bakmissin. Tüm bu insanlarin,varliklarin arasinda,bir varlik daha. Nefes alan. Bir su damlasindan olusan. Gövdesi yesil, basi,saclari tane tane beyaz yaprak, yüzü ise günes gibi sari. Yeri,yuvasi toprak. Papatya. Rüzgar bazen savruruyor saclarini,gövdesini. Bazen ip islak oluyor yagmur damlalarindan. Ama yerinden hic kipirdamiyor. Taki koparilasiya kadar. Bazen topragin yerini doldurmak istercesine bir vazo nun icine su doldurulup icine koyuluyor. Evin en güzel kösesine. Kuzi sobanin sol yaninda bulunan masanin üzerine mesela. Düsünebiliyor musun. Buz dolabi gibi olan insanlarin yüregini simsicak eden yesil bir gövde. Bir cicek. Gün gelir balkonumuzun icine kuslar icin ayirdigimiz yemi yiyen, kizil,kahverengi,minik elleriyle, merakli,telasli bakislariyla,sevdigin birini hatirlatan,bana sevdami,canim esimi,babasina benzettigim kizimi, bir sincap konar ve kizimla benim günümü neselendirir. Ve bilirsin ki. Bilirim ki. Böyle ve benzer anlar tipki su an Karsu yu acip "Jest oldum" u dinleyerek keyiflenmem gibi, o icinde bulundugum akvaryumu okyanuslastirabilirim. Allahin / Yaradanin izniyle. Hic mi melodi gelmiyor kulagina? Islik cal.
Uzay gemisi uzun zamandır yoldaydı. Gemide tam 30 kişi vardı. Bunların çoğu bilim insanıydı geri kalanlar da asker ve yöneticilerdi. Geminin görevi içinde yaşam olduğu düşünülen bir gezegende araştırma yapmaktı. İlk defa yaşam şansı bu kadar yüksek bir gezegen keşfedilmişti ve böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen uzay ajansları işbirliği yaparak hiçbir masraftan kaçınmadan böyle bir yolculuğun gerçekleşmesine imkan sağlamışlardı. Farklı alanlarda uzman olan 18 bilim insanı ve onları koruması için 8 asker bu yolculuğa seçilmişti. Kendisine "Kovboy" lakabını takan Mehmet geminin ikinci kaptanıydı. Eğer kaptana bir şey olursa yerine geçecekti. Adını Fatih Sultan Mehmet hayranı olan babası vermişti. Yolculuğa gönüllü olarak katılmıştı. Çocukluğundan beri bilinmezliğe merakı vardı. Hayatındaki en büyük macerayı yaşama fırsatını kaçırması ihtimal dahilinde bile değildi. Ne ile karşılaşacağına dair hiçbir fikri yoktu ve ihtimalleri düşündüğü zaman kelimelerle anlatamayacağı bir heyecan duyuyordu. Geminin gezegene 12 yılda ulaşması hesaplanmıştı ve yolun sonuna sadece 2 hafta kalmıştı. Hedefe 1 ay kala bütün mürettebat geminin yapay zekası tarafından uyku kapsüllerinden çıkarılmışlardı. Kovboy ve diğer 3 yönetici mürettebatın geri kalanından bir hafta önce uyanmışlardı. 12 yıllık yolculuğun sonunda artık hedefe sadece 2 hafta kalmış olması onu mutlu ediyordu. Zihnindeki düşüncelerle mutfağa gitti ve buzdolabından dondurulmuş yemek aldı. Ana salona gitti ve kuzine soba karşısında yemeğini yemeye başladı. Sobanın içindeki ateş gerçek değil hologramdı, gemide bulunmasının amacı daha otantik bir ortam yaratmak ve mürettebatın kendilerini gemide daha rahat hissetmelerini sağlamaktı. Dünya hakkında düşündü. Aradan 12 yıl geçmişti ama onun için üç haftadan ibaretti. Dünyaya geri dönebilecek miydi bilmiyordu. Bu riski göze alarak bu göreve katılmıştı. Geri döndüğünde dünyayı nasıl bir yere dönüşmüş olacaktı hiçbir fikri yoktu. Tanıdığı insanları, ailesini orada bulabilecek miydi acaba? Zihnini dağıtmak için müzik dinlemeye karar verdi. Kulaklığını taktı ve Neşet Ertaş eşliğinde yemeğini yemeye devam etti. Üzerinde papatya desenli bir kıyafet vardı ve böyle bir kıyafetin böyle bir ortamla ne kadar alakasız olduğunu düşünmeden edemedi. Aklına evinde beslediği sincap geldi. Muhtemelen çoktan ölmüştü ama üç haftadır onu düşünmeden edemiyordu. Onu yavruyken bulmuştu. Annesine ne olduğunu bilmiyordu. Yalnız yaşıyordu ve evcil bir hayvan bakmanın iyi bir fikir olduğunu düşündü. Gitmeden önce onu arkadaşına emanet etmişti. "Umarım iyi bir hayat yaşamıştır." diye düşündü. Yemeğini bitirdikten sonra kalktı ve cama baktı. Gezegen çoktan gözle görülür bir mesafeye gelmişti. "Çok yakında" dedi içinden. "Umarım geride bıraktığım hayatıma değer."
Ah Şu Hayat,Neşet Ertaşın Şarkıları Gibi Acımıdır.Yoksa Uzay Gemisi Kadar Hızlımı, Bazen,Öyle Yalnız Bırakırki Bizi Bir Kuzine Soba Bulup Isınmak İsteriz.İliklerimize Kadar Derdiyle,Kederiyle,Neşesiyle,Sevinciyle Yaşamaya Geldik,Becerebildigimiz Kadar Biri Çıksa Gelsede Bir Papatya Verse Bize Herşey Çok Güzel Olsa Fatih Sultan Mehmetin Gemileri Karadan Yürütüp İstanbulu Fethettigi Gibi Bizde Mutlulugu Sevgiyi Kardeşligi Yaşamı Fethetsek Fethetmek İstiyoruz İstiyoruz Ama Bizi Durduran Birşey Var İstiyoruz Ama Yapamıyoruz.Nedenmi?Çünkü Geçmişte Bir Yıgın Başarısızlık Var Ve Buzdolabı Gibi Soguyoruz İsteklerimizden,Hani Demiştim Ya Uzay Gemisi Gibi Hızlı Bir Hayat,Bir O Kadarda Yavaş Biz Bu Yüzden Kırmak Lazım Zincirleri,Bir Kovboy Gibi Atımıza Binelim Hızlanalım Geçmişteki Başarısızlıklara İnat Savaşalım Devam Edelim Moralimizi Bozan Ne Varsa Savaşalım,Pes Etmeyelim,Bir Sincap Kadar Yol Alsakta...
Ali akşam saatlerinde yaptığı gibi yine nehir kenarına doğru yürüyüşe çıktı.Dedesinin dağ evini ziyarete geldiği zamanlar bunu mutlaka yapardı ve yürüyüşler esnasında türlü düşüncelere dalardı.Birden aklına Arif Nihat' ın bir şiiri geldi.Şairin dediği gibi kendisi Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiği yaştaydı.Bu zamana kadar yaptıklarını, yaşadıklarını düşünmeye dalmıştı ki önünden hızla geçen sincap irkilmesine neden oldu.Sincabın gittiği yöndeki papatyaları farketti.Bir tanesini koparıp yoluna devam etti.Hava artık serinlemişti dağ evine dönse iyi olacaktı. Dağ evinin gıcırdayan kapısını açtı, içerde bi Neşet Ertaş türküsü çalıyordu.Dedesi de uykuya dalmıştı.Evde olduğu zamanlar ya kovboy filmi izler ya da türkü dinlerdi.Kuzine sobaya odun attıktan sonra buzdolabını açtı.Bu uzun yürüyüşler onu acıktırıyordu.Bişeyler yedikten sonra sobanın yanına uzandı.Sobanın sıcaklığı ona çok iyi gelmişti ve hemen uykuya daldı.Rüyasında bir uzay gemisine binmişti ve uzayın derinliklerinde yol alıyordu.Rüyada olsa bu özgürlük hissi yüzünde bi gülümsemeye neden olmuş ve adeta hayal içinde gerçeği yaşamıştı.
Ocak ayının başlangıcıydı bu sene kış daha sert geçiyordu sanki. Küçük kız şehirden uzaktaki evinde çoğu gece olduğu gibi yalnızdı. Evleri küçük bir kulübeyi andırsada küçük kız burayı seviyordu. Ahşap olan evden içeri girdiğinizde karşıda büyükçe bir koltuk koltuğun yanında kuzine soba,eski bir teyip, camın kenarında kitaplık , yerde desenleri karışık halı, sobanın olduğu duvarda asılı olan geyik boynuzları bulunuyordu.Küçük kız koltuğun üzerinde oturmuş babasını çizgi romanlarından bir tanesini okuyup arada kıkırdıyordu. Birden aklına bir şey gelmiş gibi ayağa kalktı.Kuzine sobanın yanındaki teybe ulaştı ve her zaman yaptığı gibi gözlerini kapatıp bir tane kaset seçti onu teybe takıp merakla beklemeye başladı. Kulaklarını kabarttı kasetten "Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca" sözlerini duyunca yüzünde bir tebessüm oluştu. Babasından bildiği kadarıyla bu eser Neşet Ertaşa aitti ve babası sık sık dinlerdi. Arka fonda türküyü çalarken bugün akşam yemeğini yemediğini farketti ve buzdolabından dünden kalan yemeği çıkardı. Acelesi olmadığı için yemeği ısınması için kuzine sobanın üzerine bıraktı ve beklemeye başladı. Cam kenarındaki kitaplığa yöneldi dikkatini bir sıra dolusu adları Fatih Sultan Mehmet kitapları çekti sonra daha altlarda olan bi kitabı aldı rastgele sayfaları karıştırırıken kurutulmuş papatyayı farketti şaşırdı babası papatyaları hiç sevmezdi bunun üzerine çok düşünmeyip kitabı yerine bıraktı. Tekrar koltuğa oturdu battaniyesinin altına girdi ve çizgi romanına devam etti. Biraz zaman geçince büyük bir gürültü koptu ve bir anda evi ışıklarla doldu.Küçük kız irkildi dışarıdaki gürültünün sebebini öğrenmek için kapıya koştu ve kapıyı açtı. Kocaman bir balığa benzeyen cisim kapılarının önünde duruyordu. Küçük kız bu cismin adını babasının dergilerinden birinde görmüştü evet bu bir uzay gemisiydi. Uzay gemisinin kapısı açılıverdi ve içinden kendi yaşlarında kovboy gibi giyinmiş bir oğlan ve yanında tatlı mı tatlı sincap vardı. Oğlan "merhaba bizimle yıldızları yakından görmek ister misin?" diye sordu. Küçük heyecandan çığlık attı ve "evet çok isterim " diyip birlikte uzay gemisine bindiler ve sonsuz bir yolculuğa çıktılar. Küçük kız dünyayı geçince sonsuz ışıkların büyüsüne kapıldı. Küçük kız kızım kızım hadi uyan sesleriyle koltuğundan doğruldu.
ben yeni yazabildim köy Hafta sonu ailecek köye gitmiştik dedemle ananemi ziyarete..Varışımız akşam saatleriydi.Köyde en çok sevdiğim şeylerden biride kuzine soba....Kuzine soba benim çocukluğum,hem ısındığımız ,üstünde yemek pişirdiğimiz,çay içtiğimiz gibi etrafında toplanıp sohbet ettiğimiz demekti...Akşam yemeğimizi yemiş yine toplanmıştık.Bahar aylarında kuzenlerimle topladığımız papatyaları,ananem kurutmuştu..Şimdi ise papatya çayı kaynatıp içmiştik..O çayın buharında da ne sohbetler etmiştik. Kuzenimle birde sonbaharda ağaçtan ağaça tırmanırken gördüğümüz sincapları hatırlamıştık..Yine baharın gelmesini istedik....Televizyonda da 1970 lerden kalma bir uzaylı gemisi filmi vardı adı üstünde turist ömer uzay yolunda diye gülüşerek izlemiştik..Bi sonraki günde Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiği gündü ..Dedem tarihi sever tarihi olaylara da önem verirdi..Bize bu önemli günle ilgili hikayeler anlatmış,öğütlerde bulunmuştu..Sonra kuzenlerimle amcamın sazını bulup getirdik..O neşet ertaş hayranıydı..Bol bol türkü söylemişti, eğlenmiştik. Böylelikle vakit baya ilermişti. Sonra uykumuz geldi,uyuduk..Sonraki gün pazar günü idi.Trt'de her pazar kovboy filmleri çıkar.. Babam ve amcam hala izler....Yine izliyorlardı,bu arada kahvaltı hazırlanıyordu. Bende yardım ettim..Buzdolabında süt yumurta vardı,çıkardım.Hep beraber güzel bi kahvaltı yaptık. Artık Dönüş vakti gelmişti. Babamlarla dönüş yoluna doğru yol aldıkk..Yine güzel bi hafta sonu idi.Eve varır varmaz günlüğüme yazmıştım... nasıl oldu acaba sizden bi cvp alabilir miyim :))))merakla bekliycem :)
Yakışıklıydı. Her gün izlediği filmlerin etkisinden midir bilinmez kovboy şapkası takmış, şapkanın altındaki gözlerle sevdiğine bakıyordu. Sevdiği, yeşillerin içinden bulduğu papatyaların heyecanıyla yaprakları koparmaya başladı. Son yaprak "seviyor" diyordu. Birbirlerine baktılar, sevgilerini hissettiler. Seslendi, "seninle evimiz olsun istiyorum, sıcacık olsun, müziğimiz çalsın, sobamız yansın, hatta kuzine sobamızın üstünde kestane pişirelim istiyorum, kokusu her tarafa yayılsın." Kız, mutlu olsa da şunları ekledi. Hayat, iyi ve kötü olan her şeydir. Sobada yanmaya da varım seninle buzdolabında donmaya da. Yakışıklı çok etkilendi ve sevdiğini ödüllendirmek istedi. "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şeyi beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak." Yaşamak istiyorum seninle dedi kız gözlerinde yaşlar ve heyecanla. Nazım Hikmet mi seviyorsun? "Evet, şiirde Nazım Hikmet'i, türkü de Neşat Ertaş'ı. Daha başka neler sevdiğimi bilsen. Senin gönlünü de Fatih Sultan Mehmet gibi fethetmek istiyorum. O gönül ne güzel gönül." Kız, yaşamak sevincinden dolup taşıyordu. "Seninle dünyanın her yerinde olmaya varım dedi. Yeter ki yanımda sen ol. Hatta bak dünyanın dışına bile çıkabilirim. Bir uzay gemisi bizi alıp götürse onunla uzaya bile giderim seninle." Sarıldılar. Yaşamak onlar için anlamlıydı.
Sıcak bir yaz günüydü.Güneş tüm çıplaklığıyla odamdaydı.Uyandığımda annemin yaptığı mis kokulu kurabiyeler burnuma doldu.Yatağımdan doğrulup,dışarıya baktım.Çok sessizdi.Merdivenlerden hızlıca inip mutfağa koştum.Annem sabah kahvaltısı hazırlıyordu.Babam ise radyodan çok sevdiği Neşet Ertaşı dinleyerek gazetesini okuyordu.Çok susamıştım buzdolabında soğuk su kalmamışti ama.Babamın yanına oturdum.Onunla birlikte ben de gazete okumaya çalıştım. Kahvaltımızı yaz günleri mis gibi papatyalarla dolu bahçemizde yapıyorduk.Kahvaltıdan sonra Babam bana hikayeler anlatırdı.Çok severek dinlerdim hikayeleri özellikle tarih hikayelerini.Bugün Fatih Sultan Mehmet'in hikayesini anlatacakti.O anlatırken ben gözlerim uzaklardaki ağaçlara dalmış,hikayeyi kafamda resmediyordum.O sırada ağaçta bir hareketlilik dikkatimi dağıttı.Bu küçük bir sincaptı.Meraklı ve tedirgin haliyle ağaçtan inmeye çalışıyordu.Hikaye bitince hemen odama koşup kovboy oyuncağımı kaptım ve bahçeye çıktım.Fatih sultan Mehmet bir kovboy oldu ve onun kahramanlik hikayesini tekrar canlandırdım.Bir an gözüm evimizin hemen bitişiğinde ki kilere takıldı.Merak duygum ağır bastı ve içeri girdim.Biraz karanlıktı ve korkmuyordum.İçeride birkaç eşya benim eski oyuncaklarım ve kışın kullandığımız kuzine soba vardı.Oyuncaklarimi karıştırmaya başladım.Arasında ne zaman çizdiğimi hatırlamadığım bir uzay gemisi resmi vardı.Tozlanmıştı.Dışarı çıkıp tozlarını üfledim.Hemen odama çıkıp bi yere yapıştırmayı düşündüm.Ama zaten odamın her köşesi çizdiğim resimlerle doluydu.Ama bir yer bulmuştum.Yatağımın hemen yanında ki duvara yapıştıracaktım.Geceleri uykuya dalmadan önce bu resme bakıp belki bir gün uzaya çıkmak ümidiyle hayaller kurup uykuya dalardım,kim bilir belki hayal olmaktan çıkar...
Bizim çocukluğumuz çok güzeldi. Biz 90 li yılların cocuklariydik. Babalarımız ya maraba ya taksici yada yolculardi, sonuçta hepimizin babası nesat ertesi dinlemiştir. Biz o babalarin çocukları olmakla aslında fakir degil dünyanın en zengin yurekli babaların cocuklariydik. O babalarin, kız kardeşleri, esleri ve kızları kis ayında hic bir zaman ici dolu olmayan buzdolaplardan ve evimizin kis ayinin olmasa olması kuzine sobayla hem midemizi hem bedenimizi hemde yüreğimizin ihtiyacını gideren kutsal kadinlardi onlar Sonra ne oldu bilmiyorum herseyin yeri değişti. Okul yıllarında öğrendiğimiz gercekler tek tek yalan olmaya başladı. Beynimizdeki gercekler yerine gercek olmayanlarla tanistik. Fatih sultan mehmet yerine uzay gemisine inandık. Sonra hepimiz hayata hic farkında olmadan birer kovboy olduk. Daldan dala dolaştık sincaplar gibi. Ama insandık hayvan degildik. Insan oldugumuzu unuttuk. Ve farkina vardimki ben son kez çocukça inandigim papatya falına baktigim o Gun çocukluğumun son günüymüş....
Dışardan gelen rüzgar seslerini dinliyordu. Kazağına dokundu. Gerçekten de çok kalındı . Bu Kazak üstündeyken üşümesinden daha saçma bir şey varsa ekim ayında üşümesiydi. Atayacak daha sıcak bir yer bulamamışlar mıydı yahu. Keşke birinin aklına bu köye doğalgaz getirmek gelseydi diye düşündü. Sonra sürekli söylendiği için kendine kızdı ve aldığı kuzine sobayı kurmaya karar verdi. Sincap şeklindeki halı terliklerini giydi. Bunlar onun uğurlu terlikleriydi ona bu zorlu görevde yardımcı olacaklardı. Sobanın kullanma kılavuzunu okudu. Saatlerce uğraştı ve sonunda kurmuştu. Kullanma klavuzunun altında çok küçük bir not vardı. Saatlerdir bakmasına rağmen yeni görüyordu. Not: eğer sobanın içine girebilirseniz paralel evrenlerin birine yolculuk yapabilirsiniz. Bu da neydi. Kullanma kılavuzunu hazırlayan kişinin belli ki canı sıkılmıştı. Ama onun da canı sıkılmıştı. Denemekten zarar gelmezdi. Kahkalar atarak sobanın içine girdi. Aniden dünya dönmeye başladı kulakları çınladı ve kendini ailesinin yaşadığı evde buldu.babası buzdolabından domates çıkarıyordu. Babası Onu farketmedi. Görünmez olduğunu anladı. Babası yemek yapıyordu. Bir saniye onun babası asla yemek yapmazdı. İçeri girdi annesi Trtdeki kovboy filmlerini izliyordu. Bu işte büyük bir terslik vardı. Annesi mutfağa doğru gitti. “Cafer ben kahvehaneye gidiyorum nerimanlarla batak falan oynayayacağız. Bir şey lazım mı gelirken alayım?” “Sen anca kahvehaneye git hiç şu kocamı alayım biraz gezdireyim tüm gün çocuklara bakıyor diye düşünme ah ah”. “Cafer bir kere de söylenme be öf sana soranda kabahat.” Sanırım paralel evrende kadın egemenliği vardı. İşte bu gerçekten içini rahatlatmıştı. Kardeşinin odasına girdi. Facebookta paylaşacak özlü söz arıyordu. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek ki diye düşündü .Kardeşi kendi kendine konuşuyordu. “Ay ne yazsam. Neşat ertaşın sen 17 yaşımsın kitabından sözler. Ara . Hıh bu iştee . Papatyalar diyorum albayım iyi ki varlar .paylaş. “ hayır neşet baba bu hallere düşmüş olamazdı. Hemen kendi odasına gitti. Bilgisayarını aldı . Haberleri okumaya başladı. Aleyna tilkinin uzay gemisindeki fotoğrafını gördü. Üstüne uzaya çıkan ilk insan aleyna tilkinin aya ilk adımı atışının 100. Yıl dönümü yazıyordu. Diğer haberi okudu . Amerikan doları değer kaybediyor. 1 Türk lirası 6 doları gördü. Bu ekonomik krizde devlet başkanı justin bieberın nasıl bir politika izleyeceği merak ediliyor. Bu evreni giderek sevmeye başlamıştı. Birden yanına kullanma kılavuzunu almayı unuttuğunu farketti. İyi de nasıl dönecekti. Hemen internete paralel evren yolculuğu yazdı. Bir reklam vardı . En güvenli paralel evren yolculukları için fatih sultan Mehmet kuzine sobacılığı tercih edin. bu kadarı da fazlaydı koskoca fatih sultan mehmet soba mı satıyordu. Kendini İstanbul’u kim fethetti diye aramaktan alıkoyamadı. Demek enes batur... bu defa şaşırmamıştı. Fatih sultan Mehmet kuzine sobacılığın adresini aldı. Oraya gidip mağazadaki bir sobanın içine girdi. Zaten yeterince eğlenmişti. Evine geldi. Hala soğuktu. Sobayı yakmayı denedi ama evi duman bastı bir türlü beceremiyordu sonra neden yakamadığını anladı.Ayağındaki sincaplı terliğin teki yoktu. Belli ki o evrende kaybetmişti. Onu bir yolculuğun daha beklediğini anladı.
BİR AKLI KARIŞIK HIKAYESİ.. Geçen gün, uzandığım yerden tavana bakarken, aklıma ne kadar işe yaramaz insanlarız, neden insanlık adına birşeyler yapmıyoruz? Diye bir düşünce geldi. Sonra aklıma "Geleceğe Dönüş" filmi geldi! Oradaki doktorun zaman makinesini düşündüm. Sonra "Uzay Yolu" dizisi geldi aklıma ve orada zamanlarının çoğunu geçirdikleri "UZAY GEMİSİ". Sonrasında biz insanoğlu neden birşeyler icat etmiyoruz? Kafamız neden hep günlük boş şeylerle zahirleniyor ve biz neden hâlâ buna müsade ediyoruz? Evet belki bir "FATİH SULTAN MEHMET" olamayız ama istesek biz de birşeyler yapabiliriz. Aslında ilk yapmamız gereken şu üşengeçliği üstümüzden atmaya çalışmak olmalı. Düşünsenize insanlar neler icat etmiş. Ne fikirleri hayata gecirmişler. Meselâ "BUZ DOLABI". İnsanlığın medeniyete koca bir atmasını sağlayan ve hayatı kolaylaştıran büyük icat! Geçen gün aklımdan geçen düşünceyi tekrar anımsadım; Küçüklüğümüzde neden çok daha fazla şanslı hissediyorduk? Bunun birçok sebebi vardı. Sobanın üstünde ekmek kızartmak diye birşey vardı mesela! "KUZINE SOBA'DA" patates pişirmek diye birşey vardı. Televizyonda sık sık çıkan "KOVBOY" filmleri vardı. Sokakta oynadığımız evcilikler vardı. Birçok güzellik vardı. Şimdilerde yitip giden.. Sonra büyüdük ve birçok değer yitip gitti. "PAPATYA'DAN" taçların yerini sahte taçlar aldı. Aslında eski insanlar birşeylerin değişeceğini biliyorlar gibiymiş. Eski şarkıla,r türküler bize bunları hep vurguluyordu. Mesela; "Ah Yalan Dünya-NEŞET ERTAŞ". Daha saf aşkların olduğu dönemlerin derdini sazına anlatmış usta şair ve türkücüleri gibi.. Şimdilerde insanlar kendilerini doğaya atma çabasına girdiler. Bunun nedeni kendimizin ve kalıplarımızın içinden çıkma isteği. Bir şeyler icat edemiyor ve kendi keyfimize bozmak istemezken, bir yandan da bize aslında neyin iyi geldiğini anlamaya başlıyoruz. Ve sanki asıl önemli olan şey, hayat mücadelesi verirken sağlam kafa - sağlam vücut ilkesini unutmamak. Tabi "SİNCAPLARI' DA" unutmayın. Ben unuttum siz unutmayın 😅 Sevgiler, selamlar 😊
Gec(me)mişe Özlem Gün geçmiyordu ki yeni bir şeye alismasin.Yıllar önce böyle düşüneceğini nereden bilebilirdi.Hep daha fazlasını isterdi.Fatih Sultan Mehmet in Istanbul u fethettiği yaslardaydi.Saf, masum duygularla kurdu hayallerini.Izledigi kovboy filmlerindeki kahraman edasıyla içten içe kaçırıyordu sincap denen şüphe...Kendisinde ve yaşadığı çevrede yaşadığı değişim çok hızlıydı ve durduramiyordu.Zamanı alıp buzdolabına sığdırmak ve oraya hapsetmek geçti aklından.Ama bu imkansızdı.Değişim kaçınılmazdı.Zaman su gibi alıp geçecek. Beraberinde de birçok şeyi de alıp götürecek.Kuzine sobanın başında yapılan dost sohbetleri, Neşet Ertaş in türkülerinin yüreklerde yer edindiği hisleri, yerini papatya fallarina bırakan gerçek sevgileri...Evet çok şey değişmişti.Bir uzay gemisine hapsedilmisti insan insanlar arasında.
"Yolculuk" Bizim uzay gemisinin bir üst modeli çıkmış, annem tutturdu komşunun var bizde neden olmasın:) Toplaştık yeni aracımıza bindik vee hayırlı yolculuklar bize. Radyoda Neşet Ertaş, "bahça duvarından aştım sarmaşık güllere dolaştım" dinliyoruz. Haa bu arada nereye gittiğimiz söylemeyi unuttum, haftasonu babaannemin yanına gidiyoruz, kuzineli sobada çok leziz su böreği yapar bunu kaçırmam. O böreği hazırlarken ben de kendimle papatya tarlasında gezintiye çıkıyorum. Tıpkı yalnız kovboylar gibi :) bu topraklarıgezerken geçen gördüğüm bir rüya aklıma geldi , "bu vatana sahip çık, hizmet et" diyordu Fatih Sultan Mehmet, sahi rüyada devlet büyüğünü görmek ne demek acaba bunu dönünce babaanneme sormalıyım. Nihayet eve döndüm, buzdolabındaki reyhan şerbetinden içerken penceredeki sincap benden Bi şeyler ister gibi bakıyor, sanırım su böreğinin kokusu çekti onu:)
🧣Sürpriz kaçamak ve ardındakiler 🧣 Soğuk bir kış günüydü. Nereye gittiğimize dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Arabamızı çalıştırıp ıssız bucaksız bir yerlere gidiyor gibiyiz.🤷🏼♀️ Çam 🌲meşe, 🌳Çınar ağaçlarından oluşan engebeli yolları aştıktan sonra küçük etrafı ağaçlarla sarılmış Bir bağ evi havası olan bir yerdi burası.. Hep Ali’yle birlikte hayal ettiğim bir yerdi burası.. İş stresinden uzak, doğayla başbaşa.. Çektim mis gibi oksijeni içime 🗣 yeşilliğin sonsuz tonlarını içime aldım 🍃sanırım huzuru buldum🌸 dışarıdaki ayazdan bir an önce kurtulmak için İçeriye koştum. Tirtir titreyen ellerim içerde aradığını bulamadı Bu nasıl soğuk! ❄️ Giydiğimiz yün Kazaklar Üşümemize engel olmuyordu. Ali hemen antik gibi duran sanki bizim için kurulmuş📍kuzine sobaya📍 odun çalı çırpı aramaya koyuldu. Ben de odalara bakmaya başladım. Nasıl bir yere gelmiştik biz burası neresiydi? Küçük bir evdi kutu gibi. Kapı direk bu oturma odasına açılıyordu mutfağı ve kapısı kapalı iki oda daha vardı. Kapıları açıp açmamak arasında kaldım. Ama merakıma engel olamadım🤷🏼♀️ İçeride ne olabilirdi ki diye düşündüm En yakın olan odanın kapısının kulpunu yavaş yavaş aşağı indirirken. Gıcırdayan kapı sesi adeta bozuk bir araba motoru gibiydi ve kapıyı ardına kadar açtım. Gördüklerim 😱 ❗️Neydi öyle ❓ Beyaz çarşaflar da üstleri kapatılmış hayalet odasını andıran ve çığlık çığlığa bağırmama sebep olan korkunç bir oda 😳 kendimi korku filminde hissetmiyor değildim. Birazdan o hayaletler yanıma gelip beni ısırıp beni onlar gibi yapıp... hemen Ali’nin yanına koştum. Ali yoktu.. Aliiiiiiiiiiiiii nerdesiiiiiiiiiiiiiiinn ? Ses yoktu.. dışarıdaki soğuk hava içime işliyordu adeta hemen içeri girdim telefona sarıldım ama Şebeke yoktu. Peki ya şimdi ne yapmalıydım❓ cesaretimi toplayıp odaya tekrar döndüm. Beyaz çarşafları yavaş yavaş kaldırmaya koyuldum. İlk çarşafın altında antika bir Radyo 📻 aynı babaannemin evindeki radyolara benziyordu.Üstündeki tozu aldıktan sonra kahverengi görüntüsü boy gösterdi. Diğer beyaz çarşafları açmaya koyuldum.Aman allahım ayağımda olan neydi 😱 başımı yavaşça aşağı eğdim onu gördüm yüreğim ağzımdan çıkacak gibiydi, kalp ritmim artıyor,kısa soluklu nefesim bağırmamı engelliyordurdu.Kuyruğu yukarı kalkıp bir şeyler yürüyordu o da neydi ? Bu bir 📍sincap📍Bir çırpıda tozlu odadan radyoyu alıp oturma odasına geldim. Kapıyı kırdım mı emin değilim ama kulpunu çektiğim gibi oturma odasına ışınlanmıştım. Kendime gelmem ne kadar sürdü bilmiyordum Ali hala ortalıkta yoktu. Radyoyu açtım çekmesinin imkansız olduğunu biliyordum. Ama kasetten olsa gerek şarkı çalmaya başladı.📍Neşet Erbaş’ın en sevdiğim şarkısıydı ‘Ahh yalan dünya , Yalan dünya , Yalandan yüzüme kalan dünya’ korkumu unutmuştum taa ki tıktık kapı sesi gelene kadar. Artık emindim korku evine geldim evet evet korku evi. Ali’den başkasını beklemiyordum.. Kapı kulpunu yavaşça aşağı indirdim kapıyı araladım Çok şükür tanıdık bir yüz gördüm gelen Ali’ydi.🙏🏻 ona bağırmama bir şeyler anlatmama fırsat vermeden elimi tuttu Ve hemen beni bağ evin yan tarafına sürükledi adeta.Aman allahım gözlerime inanamadım korku evi tamamen gözümün önünden gitmiş bir cennet vadisi görür gibiyim. 📍papatya bahçesi📍 yüzlerce hatta milyonlarca papatya... tam papatya bahçesinin ortasında 📍 kovboy şapkası takmış📍yalnız bir adam duruyordu bendeki gözler fal taşı 😳 gibi açılmaya başladı. Ali ise bana kıs kıs gülüyordu. Komik olan neydi ki ben burada aksiyonlar yaşarken. Ali de jeton düşmüş ve anlatmaya koyuldu. -O başkalarının burada birinin yaşadığını düşünmesi için koyulmuş ve sopalardan yapılmış insan kıyafetini giydirilmiş sopa adam- ... sobamızı yaktık ve etrafına iliştik. Ali de bana buranın hikayesini anlatmaya koyuldu. -Bir kadeh şarap hayatım -Olur 🍷 Bir yandan kadehleri dolduruyor bir yandan Ali’yi dinliyordum.. Şaraplarımızı yudumlarken ali anlatıyor da anlatıyor ben de ağzını ayırmış söylediklerini can kulağıyla dinliyordum. Burası sanırım beşinci kuşak bir evdi. Büyük büyük dedesinin 📍 Fatih sultan Mehmet📍 İstanbul’u fethettikten sonra keşfedilmiş ve sınır noktasına yakın olduğundan karşı taraf askerleri izlenmesi yapılmış için bir ajan eviydi diyebiliriz. Hemen kolumdan tuttu ve beni antika odaya aldı. Gözlerim sincabı ararken kulaklarım Ali’nin söylediklerindeydi. Tüm beyaz çarşafları kaldırdı. Gözüme en çok takılan 📍 uzay gemisi gibi görünen sandalye📍 Ve ilgimi en çok çeken 📍 buzdolabında saklaması akıl edilen bir yığın antika silahlar📍 Ve hikayelerini anlattıkça anlatıyordu En son nerede kaldığımızı bilmiyordum uyandığımda sabah güneşi gözlerimi yakıyordu..
Papatyalarla dolu bir bahçede alı her zamanki gibi astronomi dergisine gömülmüştü. Yeni model uzay gemisi standartların cok üstünde ve hayatımda içine astronot olarak girmek istediği muhteşem bir araçtı. Dergiye bu kadar dalmışken annesinin mis kokulu kuzine soba mucizesi kömbesi hayallerine ara vermesine neden oldu. Hemen sofraya koştu. Ailecek toplandılar kahvaltının başına tabiki bir kişi eksikti en yakın arkadaşı süslü de burda olmalıydı tabiki siz tanıyamadınız o benim sincabim. Acaba hangi deliğin içindeydi. Ablası da buzdolabından daha yeni çıkardığı tam da kömbeye yaraşır ayran da elinde geliyordu salina salına. Ayşe de abisi ali gibi kahvaltıya koşarak gelenler arasındaydı. Aysenin gelmesiyle başladılar iştahla yemeğe. Tabiki 3 konuşuyor 1 lokma atıyordu ağzına. Dünkü inkılap dersinde öğrendiği padişah fatih sultan mehmet geceden beri çıkmamıştı aklından. Bir insan nasıl olurdu da bu kadar genç yaşta bir imparatorluğu yönetir hem de imkansız denilen istanbulu karadan gemi yürüterek fethederdi. Bu sorular kafasında gelip giderken hocasının verdiği ödevle hemen babasına yöneldi. "Babacığım memleketimiz neresi ? " kızım kırşehir ya hani neşet ertaş diye büyük ozanın türkülerini soylemistin size anlatmıştım sana ne büyük üstad olduğunu hatta hemşeriyiz demistim, güzel kızım." Ayşe sorularının cevabını bula dursun , Ali'de akşamki tiyatro gösterisi için heyecan vardı , ilk defa sahneye çıkacak hem de en yakın arkadaşlarının olduğu gösteri de kovboy rolünde başrol oynayacaktı. Hazırlıklar icin ailesini selamladı gösterisi için okulun yolunu tuttu.
Yarıyıl tatilimizin sekinci günü bugün. Gözlerimi açtığımda tan yeni yeni ağarmakta, ev oldukça serindi. Kuzine sobayı yakmak için ormanın yolunu tuttum. Odunları toplarken sincap komşularım meraklı gözlerle beni selamlıyordu. Eve geldim sobayı yakıp üstüne birde papatya çayı demledim. Buzdolabından iki yumurta çıkardım. Kahvaltıyı hazırlarken birden oğlumun sesiyle sıçradım. -Anne anne eğer Fatih Sultan Mehmet aslında bir su aracı olan gemileri karadan yürütmeyi akıl etmese şimdiki uzay gemileri belki de olmazdı, bence her şey birbiriyle bağlantılı sadece ipuçlarını takip etmem gerekiyor. Dedi. Gülümsedim ve -Elbette her şeyin sebebi aslında tek bir şey bulmaya çok yakınsın düşünmeye devam et. Dedim. Topladığım odunlardan birinin üstüne binerek kendince çoktan bir kovboy olmuştu. Eşim uyanmış içerideki radyodan Neşet Ertaşın sesi geliyordu. Bu andan daha güzel olan çok az şey vardı.
GÜNÜMÜZDEN GECMİSE GECMİŞTEN GÜNÜMÜZE Sabah kahvemi alıp salondaki camın önünde yudumlamaya başladım renk ziyafeti sunan bahçem de göz gezdirirken en sevdiğim bölüme gelmiştim her izleyişimde beni geçmişime götürür bu papatyalar acı ve tatlı anılar baslar gözümün önünde canlanmaya hayatım bir kısmı resmen kuzene sobaya atıp yakmışım yada arkadaşlarımın tanımı daha enteresan gelmişti o dönem için kovboy hayatı yasıyordun derlerdi ne günler fatih sulatanın İstanbullun yıktığı surlardaki taslar kadar kırdığım ve üzdüğüm inasan vardı ama hep sininden en kötüsü en sevdiğime yapmıştım sonra bir anda hayatımı alt süt eden küçük bir kaza ancak hayatımda etkisi büyük oldu buzdolabında unuttuğum bir tarafımı bulmama sağladı sonrası ise Yeşilçam hikayelerindeki gibi bir geri dönüş oldu derken hep aklıma çölde bir adam haykırışları aklıma gelir gülmemek için zor tutardım kendimi önce beni her koşulda seven o tatlı hanımefendinin kalbini tamir etmeye başladım gerisi corap söküğü gibi geldi demek en basiti benim için kırdığımı onarmak için önce o kişiyi bulmak gerekiyordu kime selam verip sorsam önce küfür sonra ya kapı yada tel kapatılıyor yüzüme taki tesadüfen beni tanımayan arkadaşına denk geldim onun üstünden ona bir demet papatya yolladım onun bana ilk defa açıldığı bir yer vardı hisar tarafında oraya davet ettim ancak dalga geçiyorum zannedip gelmemiş arkasından öğrendim bunu bu sefer utanarak karsısına çıktım ve konuşmak için onu davet ettim önce gülümsedi biraz yürüyelim dedi yürümeye başladık önce çılgın bir evlilik teklifi zor bela ayarlamalarla nasa turunda zuay gemisinde nesat ertaslı bir evlilik teklifi ve bu sabaha kadar gelen uzun bir yürüyüş taki her sabah oldugu gibi sincapların camı tırmalamalarıyla anılardan uyanıp bir defada bahçeye bakıp esime sarılıp ise gitmek için yolacıkarım
Rüzgar Dünya dönüyor. Bir at üzerinde evreni dolaşıyorum. Kovboy diyorlar bana. Kafamda eski püskü kahverengi bir şapka olduğu için heralde diyorum(bu yanılgıya son vermem lazım) . Ufukta yüzlerce papatya, onları seyrediyorum. Birden aklıma onlardan kendime bir taç yaparsam artık kovboy sanılmayacağım düşüncesi geldi. Bu his beni öyle heyecanlandırdı ki koşarak yanlarına gittim. Koparttığım onlarca papatyayı şapkamın içine koydum. Tacı yapmaya başladığım sırada uzaklarda bir uzay gemisi olduğunu farkettim. Gemiden gelen müzik sesleri beni oraya doğru çağırdı. Giderken acaba içeride Mustafa Topaloğlu ile mi karşılaşacağım düşüncesini bir türlü kafamdan atamadım. Kapıyı açtım ve artık müziği daha net duyuyordum. Neşet Ertaş'ın Mühür Gözlüm türküsüymüş. Sözlerine iyice kulak verdim ve ozanın sevdiğini bir sincaptan dahi kıskanabileceğini anladım. Sincap bana güçsüzlüğü ve kaçışı hatırlatıyormuş. Türküyü eskiden ne kadar sevdiğimi düşündüm. Şimdi burada bir geminin içinde neden bu türkünün çaldığını anlamaya çalışmak epey zor geldi. (Zorlanınca kaçtım tabi) Dışarıda, çoçukluğumda gittiğim yaylalarda esen rüzgarları hissediyordum. Ben ve atım gerçekten üşüyorduk. Uzay gemisine bağladığım atımı da alıp geminin içine girdim. Hava bir anda soğumuştu ve çok acımıştım . Güçlükle buzdolabından aldığım domatesleri ellerimin arasında ısıtmaya çalışmam acaba hangi yönetmenin filminde aşırı gerçekci bir rol oynuyorum diye düşünmeme sebep oldu. (şimdi anlatacağım kısımda bir rüyada mıydım inanın bilmiyorum) . Geminin yan kısmından bir kapı açıldı ve hafızam benimle bir oyun oynamıyorsa bu gelen Fatih Sultan Mehmet'ti. Aniden ayvaz bu gelen bu gelen diye bağırmaya başladım. Allahım ne diyorum ben o Köroğlu ile ilgili bir türküydü. Fatih şimdi ne düşünüyordur hakkımda kim bilir. Şarkın ve garbın efendisi karşımda bir şey söylemeden duruyordu. Heyecanıma yenik düşüp " Padişahım sizce de hava çok soğuk değil mi?" diye soruverdim. Üzerindeki kürkle pek üşüdüğünü sanmıyorum ama neyse. Hayır üşümüyorum ben sana yardım etmek için geldim, dedi. Nasıl yani? FATİH SULTAN MEHMET BANA YARDIM MI EDECEKTİ?? Bu uzay gemisini papatya tarlalarının kıyısından geçerek kocaman mağaraların olduğu bir dağın eteğine götüreceğiz. Orada senin için hazırlanmış bir kuzine soba var. Sobayı gördüğümüzde ben papatya tarlalarına doğru geri döneceğim. Sen de sobayı geminin içine koy ve yak. İşte o zaman ısınırsın. Bu fikrin padişaha ait olması ve donmaya başladığımı düşününce hemen tamam dedim. Gemiyi ikimiz sürükleye sürükleye dağın eteğine getirdik. (21.yy uzay gemisini karadan yürütmece) Kuzine sobayı gösterdi ve artık gitmesi gerektiğini söyledi. Papatya tarlalarına gidene kadar çok yorulacağını düşündüm ve atımı ona verdim. Minnettar bir o kadar da gururlu ifadesiyle gülümseyip uzaklaştı. Sobayı geminin içine taşıdım. Aman Allahım! Peki ben sobayı neyle yakacaktım? Hadi benim aklıma gelmedi de padişahın nasıl aklına gelmedi ya, olabilir miydi böyle bir şey? Etrafımda sobayı yakabileceğim hiçbir şey yoktu ve ben gerçekten parmaklarımı hissetmemeye başlamıştım. Bir an gözüme şapkanın içinde topladığım onlarca papatya ilişti. Hayır onlar beni kovboyluktan kurtaracaktı. Eğer yakarsam tacımı yapamayacaktım ve yine evrende bir kovboy dolaşıyor diyecekti görenler. Biraz zaman sonra bütün papatyaları sobanın içine koydum ve yaktım. (bir gezginin her zaman kibriti vardır) Onların yanmasını seyrederken ellerime ulaşan sıcaklıkla uyuyakalmışım. Şimdi uyandım dışarı çıktım hava normale dönmüş. Şapkamın taktım ve evime dönmeye karar verdim. Ama benim evim neresiydi ? Dünya dönüyor. Ben dönüyordum.
Yine bir mart sabahıydı.Mevsimlerden ilkbahar olmasına rağmen kışın o sert soğuğu hala ülkeyi terk etmemişti.Yıllar önce Fatih Sultan Mehmet Han'ın Bizans imparatorluğundan aldığı İstanbul o günden bu yana çok değişmiş çok güzelleşmişti.İstanbul'un sessiz ve sakin mahallelerinden birinde Şevket adında yaşı biraz ilerlemiş,saçlarına yer yer aklar düşmüş,çehresi solmuş orta boylarda sıska bir amca biraz eskimiş tavanları rutubetlenmiş evinde kuzine sobasını yakarken radyosunda Neşet Ertaş'ın bizi kendimizden alıp götüren türkülerinden biri çalıyordu.Diğer tarafta karısı Lütfiye teyze yemek yapmak için buzdolabından birkaç domates çıkarırken mutfaktaki küçük televizyonda uzay gemisi ile ilgili bir program yayındaydı.Lütfiye teyze,program ilgisini çekmeyince kanalları çevirmeye başladı.Kanallarda belgesel ve kovboy filmlerinden başka hiçbir şey yoktu.Onlarda ilgisini çekmeyince televizyonu söndürdü.Tam o sırada Şevket amca Lütfiye teyzenin yanına gelip: -"Hanım hadi bana bir papatya çayı yap.Onu yudumlarken birkaç sahife okuyayım bari kitabımdan.Baksana ne gelen var ne giden.Evlatlarımızdan biri bile gelip halimizi hatırımızı sormadı yuvadan uçup gittiklerinden beri.Hepsi bir köşede.Artık nesil gençken ruhunu öldürüyor.Ne diyelim Allah kötü yola düşürmesin." Lütfiye teyze ona cevaben: -"Amin bey amin.Kötü yola düşmesinlerde biz kendi başımızın çaresine bakarız." dedi. İnsanlar bunca nankör.Kendisine 18-20 yaşına kadar bakıp büyüten anne babasına dahi halini hatrını sormuyor yuvadan uçup gittikten sonra.Ama herkes bir şeyi bilip yaşamalı bence: -Ölüm var ve saati yok.Sevdiklerinin değerini bilmeli herkes.O toprak olduktan sonra toprağına "seni çok seviyorum" demek;kalbini kırdıktan sonra özür dilemek kadar çaresiz... Yaşım biraz küçük o yüzden yanlış bağlantılar kurduysam affola.Biraz nostaljik olsun dedim:))
-İçime Doğru- Gözlerimi devirdiğim her gece sanki başımdan aşağı gözyaşlarım akıyor. İmkansızlıklar içinde bir imkan aramak için çırpınıyorum. Mavi gözümü aynaya dikip kendimi inceliyorum. Aynalar bugün yabancı, sesim bir hayli çatallı ve ellerimse soğuktan buz kesiyor. Dalıp gidiyorum düşüncelerime. Kuzine soba bile kışımın ayazını alamıyorsa şans bana uzaktan gülümsüyor diyorum. Öyle korkuyorum ki başaramamaktan, adımlarım seyir oluyor. Bazense bir zehir kalbime girip beni uzay gemisiyle acılara sürüklüyor. Fatih nasıl da karadan yürüttü gemileri, bende öyle yada böyle kafamda yürütüyorum hayallerimi. Adımsız, telaşlı, eksik ve bir parça korkak. Sanki hep birilerinin beni gelip kurtarmasını ve başaracaksın demesini ister gibi.. Her güne bir papatya ekleyip yapraklarını koparır gibi.. Ama elinde kalanın hep sevmeyeceğini, gelmeyeceğini, olmayacağını görmek gibi. Sıfır gibi. Koskoca bir sıfırı içine alıp yutmuş ve üstüne oturmuş hayat gibi. Belli oldu, artık bir kovboyun beni gelip kurtarmasını beklemeyeceğim. Kendim yol almalıyım, kendim başarmalıyım. Beyaz atta, kovboy da benim. Hem zaten umutları birine bağlamamak gerekirdi. Umut en yüce emeğiydi yaradanın. Şimdi baştan aşağı doldurmalıyım kendimi; çabalarımla, korkup geldiklerimle, istemeyip gittiklerimle, üzüntülerim ve neşelerimle... Tıpkı benim dolabım gibi buz-dolabı olsa dahi elleri ben kokmalı. Aslı olmalı, terleyip nasırlaşmalı sevdiğimle... O sırada gözümü alan sincap hızla koşarken ben de olduğum yerde sıçrıyorum. Aynadan gözümü çekiyorum ve kocaman gülümsüyorum. Dün olmadı, bugün aynalar gözümü aldı lakin yarın yeni bir gün. Şimdi çayı koymalı, Neşet Ertaş’ı açmalı ve ellerimi artık ısıtmalıyım. teşekkürler :)
Beyhan bey, çok güzel videolar çekiyorsunuz. Ben de edebiyatla yakında ilgiliyim. Biraz uzun bir hikaye yazdım ama beğeneceğinize eminim. Hikayem aşağıda ASTRONO-TÜRK Hayalime yaklaşmak için artık bir adım kalmıştı. Artık uzay yolculukları konusunda dünya çok gelişmişti. 2053’ün imkanlarını yaşıyorduk, yani. Ülkemin 2053 hedefleri kapsamında bir astronot olarak uzaya gitmek üzereydim. Küçüklüğümden beri hayalim buydu. Öyle heyecanlıydım ki, kalbimin sesini uzay gemisindeki diğer ülkelerden gelen bütün astronotlar duyuyordu. Ağırlığı Amerikalı olan astronotlardan biri yanıma yaklaştı. “Hey Turk, you looks very excited.” Diyerek güldü. İçimden bu muhteşem anın dağılmaması için dua ediyordum. Bu kovboy kılıklı adamların dünya hakimiyeti çoktan bitmişti ama hala kendilerini dünyanın hamisi sanıyolardı. Ekonomik ve siyasi hegemonyaları bitse de uzay alanında hala bir numaraydılar. Zamanında başlattıkları NASA furyası onları hala önde tutuyordu. Artık uzay yolculukları 21. Yy’ın başındaki gibi roketlerle değil, tıpkı o zamanın bilimkurgu filmlerindeki gibi uzay gemisi halinde dizayn edilmiş ultra gelişmiş bordan yapılan araçlarla yapılıyordu. Tabii, dünya bor rezervinin çoğunu elimizde tuttuğumuz için uzay teknolojisinde hatırı sayılır bir yerimiz vardı. Ben böyle düşüncelere dalmışken, tatlı bir kadın sesiyle irkildim. “Kemal, come with me, we are ready for flying” . Ah Emile, uzay yolculuğuna hazırlık kursunda beraberken gecelerimin prensesi olmuştu bu Fransız kız. Çok güzel çok tatlıydı. Yalnız gecelerde yıldızlara bakarken Neşet Ertaş’ın o eşsiz türküsü “Tatlı Dile Güler Yüze” eşliğinde Emile’yi düşünürdüm. Hayaller kurardım, başarıyla geçmiş uzay yolculuğundan sonra onunla evlendiğimizi onu Türkiye’ye getirdiğimizi nostaljik bir Türk evinde beraber yaşadığımızı hayal ederdim. Hatta artık bütün evler Mars’tan getirilen marsoil yakıtıyla yerden ısıtılmasına rağmen onunla tarihi bir kuzine sobanın başında birbirimize klasik bilimkurgu yazarı İsaac Asimov’un kitaplarını okuduğumuzu hayal ederdim. Ne güzel olurdu. Çocuklarımız olsa biri kız biri erkek. Yaşasak öyle mutlu mutlu. “Squirrel” adlı uzay gemisi artık havalanıyordu. Ah, kalbim yerinden çıkacak. Koltuğumda otururken adrenalin bütün hücrelerimi işgal etmişti. Birden tatlı sıcak bir kadın eli elimi sardı. Emile’ydi. “Kemal, stay with us” Adrenalin’in yerine oksitosin sardı yavaş yavaş bedenimi. Kendimi papatyalarla dolu bir tarlada hissettim. Seviyor sevmiyor diye sayıklıyordum içimden. Acaba o da bana karşı hisli midir? Sana neden uzay gemisinin adının “Squirrel” olduğundan bahsedeyim. Mars’a yolculuk 21.yy’ın başında insanlığın tutkusu olmuştu. Hatta 2023’te Elon Musk’ın uzay şirketi SpaceX, Mars’a bir araçla geldi. Fakat bu bir felaketle sonuçlandı. Çünkü Mars’ın atmosferi insanoğluna hiç uygun değildi. Ve insanlık dünyadan kilometrelerce uzaklarda astronotların ölümünü seyretti. Bu bir fiyaskoydu. Uzay maceramız bitmiş miydi? Bu muydu yani? Burada bitecek miydi? Dünyada hapis miydik? Çok sonra çılgın fikir tarihe nice çılgınlıklarla adını geçirmiş biz Türklerden geldi. Eğer ceddimiz Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürüttüyse bize uzay gemisini karanın içine sokacağız dedi bir profesörümüz. “Şu Çılgın Türkler” ne saçmalıyor dedi bu bütün bir dünya. Hatta bize güldüler. Amerika, Rusya, Çin… Bütün önde gelen dünya ülkeleri bunun tam bir saçmalık olduğuna dair bilimsel tv programları yapıyordu. Fakat tarihe bir kez daha Türk adını altın harflerle yazıldı. Bundan 13 sene önce “Cesaret” adlı araştırma gemimiz Mars’ın iç küresinde oksijenle dolu bir devasa mağaramsı oyuk buldu. Bu oyuk bütün bir İstanbul nüfusun alabilecek kapasiteydi. Ve şimdi biz o oyuğun içine bir sincap gibi girmeye gidiyorduk bu yüzden adımız İngilizce sincap manasında “Squirrel” idi. -Yıllar Sonra 2071 Türkiye’de bir ev- Emile ile evliliğimizin on beşinci yılını kutluyorduk. Buzdolabından ayranları çıkarıp sofraya koyduk. Kebaplar mis gibi kokmuştu. Çocuklarımız Mehmet ve Meryem bize mutlu huzurlu seneler diliyor ve tebrik ediyordu. Yemekten sonra televizyonun başına geçtik. 2053’te yaptığımız o şahane uzay yolculuğunun hatıra fotoğraflarına baktık. İçimde serotonin işgali vardı. Çok mutluydum. 1 Eylül 2018 Cumartesi Bitlis Av. Emre Altun
Trabzon’da bir eylül sabahıydı Melek ve Ali uyuyorlardı.Çocuklar çoktan uyanmış dışarıda ordan oraya koşturuyorlardı.Dışarıdan öyle güzel kahkahalar ,sesler geliyordu ki Alide bu seslere kayıtsız kalamayıp uyanmış ve eşinin yanağına bir buse kondurup tebessümle günaydın dedi. Artık gün başlamış Ali çocuklarla oynamaya gitmiş.Melekte mutfağa inerek buzdolabın kapağını açıp neler hazırlayacağını düşünüyordu bir taraftanda kuzine sobasını yakmış evi mis gibi çörek kokuları almıştı bile dışarıdakiler kokuya dayanamayıp ellerinde papatyalar la eve koşuşturuyorlardı.Bi anda evde ki koku kendini mis gibi papatya kokusuna bırakmıştı.Bütün aile sobanın etrafındaydı ve kahvaltı başlamıştı.Ali hemen yanında duran babasından kalma radyo yu çalıştırmış ve Neşet Ertaşın o güzel sesi evi huzurlu bir sessizliğe bırakmıştı. Gönül Dağı Yağmur Yağmur Boran Olunca Akar Can Özümden Sel Gizli Gizli Bir Tenhada Can Cananı Bulunca Sinemi Yaralar (Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy) Dil Gizli Gizli Dil Gizli Gizli... Kahvaltı bitmiş herkes dağılmıştı Melek masayı toplarken Alide gökyüzünü izliyordu bir anda aklına bir şey gelmiş ve koşarak çocukların yanına gidip onları dışarı çıkardı.Melek merakla onları izliyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordu Çocuklar Çimen’lere uzandı ve Aliyi dinlemeye başladılar . Hadi hep birlikte gökyüzüne bakıp bulutlarda neler gördüğümüzü ,neler hayal ettiğimizi anlatalım. Elif başladı ben bir sincap elinde fındığıyla koşarken görüyorum . Demir hemen atlayıp ben bir uzay gemisi ve içinde de bir kovboy dedi. Ali hem onları dinliyor hemde kahkahalarla gülüyordu.Bende dedi Ali şu bulutu bir gemi digerinide Fatih Sultan Mehmet’e benzettim Herkes sırayla devam etti anlatmaya
Benimde bir yazım olsun istedim yazı imla kurallarından pek anlamam onun için şimdiden af edin:) MAVİ GEZEGEN Uçsuz bucaksız evrenin en karanlık kosesindeydim hayatın. O kadar karanlık ve derin ki "hiç "lik hemen farkedilebilirdi... içimden bir his hep cok uzaklara gitmem gerektiğini söylüyordu ve beni cok heyecanlandiriyordu ...sanki burdan başka güzel yerlerin , heyecan dolu anların var olduğuu hissi içindeydim. Uzay gemime bindim ve yüreğimin beni götürdüğü yere doğru buyuk bir heyecanla geri dönmemek üzere uzayın boşluğuna bıraktım kendimi.. Cok heyecanlıydım ilk defa evimden bu kadar uzaklasiyordum derken uzayda uzun bir süre yolculuktan sonra mavi-yesil bir gezegen görünmüştü ufukta. Içim bir an coşkuyla doldu ve o yöne doğru hızla ilerledim. Gezegene yaklaştıkça belirginlesiyordu ki o anda kontrolü kaybedip en sonunda yere çakıldım...Yerde baygın yatıyordum içimi okşayan cok guzel bir ses beni uyandirmaya çalışıyordu.. evet o bir kızdı... yüzü papatya gibi güzeldi....kendime gelmiştim ve gözüm agactaki bir çok sincaba ilişti. Cok garip geldi bana binim geldiğim gezegende öyle şeyler yoktu...kız," kimsin" ? Diye sordu bende "yüreğimin sesini dinleyen bir serseriyim" dedim:)). Kiz tebessüm:) etti .. Sonra beni az yaralı bir şekilde eşeğine bindirip fatih sultan mehmet adindaki köydeki evine götürdü ..buzdolabından çıkardığı soğuk suyu ikram etti..bana bir kovboya benzedigimi söyledi ve ne guzel güldü:).. Kuzine sobanın üzerinde ısıttığı suyla cay demleyerek teybi açtı ve bu guzel anlar Neşat ERTASLA anlam kazandı.. Birden kendimi evrenin en karanlık köşesinden en aydınlık köşesinde buldum... Ne garip hayat..! Umarım beğenirsiniz:))
"Bir Damla Gözyaşı" Bir kış gecesi öyle soğuk öyle dayanılmaz.. Hiçbir şey bu soğuğa dayanamıyordu. Canlılar, cansızlar yavaş yavaş donuyordu. Ama bir ev vardı ki o farklıydı. O ev donmuyordu sanki ona gelen tüm soğuğu reddediyordu.Onu koruyan şey etrafında dönüp dolaşan uzay gemisiydi.Kovboy kulağıma fısıldadı ''o gemiye binersen sen ve sincabın kurtulacaksınız." Oraya ulaşmak için iki adım varmış. Birincisi sadece o kahramanın elinde bulunan papatyayı koklamak. Adı Fatih Sultan Mehmet. Diğeri ise Neşet Ertaş tepesini aşmak. Öyle bir tepeymiş ki o tepeye dünyanın en yüksek tepesi demişler. Karar verdim bunların hepsini yapacağım. Ne de olsa orası boş değil ve canlılar başarmış. Yola koyuldum. Bu iki adımı adım adım gerçekleştirecektim. Sincabım omzumda yürüdük, yürüdük...Sonunda kahramanın yanına gelmiştik.Öyle muazzam bir yerdeydi ki gözlerime inanamadım.Buzdolabından bize vitamin içeceği ikram etti.Hiç konuşmuyordu papatyayı koklamamız için sadece elini uzattı. Otomatikleşmiş gibiydi, canlılar sadece bunun için geliyordu sanki. Kahramanın yanından çıktık.Adımların yarısını tamamlamıştık. Yürüdük, yürüdük...O tepeyi bulmuştuk. Ulaşmak için zamana ihtiyacımız vardı...Sonunda ulaştık. Tepeyi aştığımız zaman karşımda uzay gemisini gördüm, çok yakından. Son adımımı attığım zaman o evdeydik.İçinde kocaman bir kuzine soba vardı, herkesi ısıtacak kadar. İçimizi ısıtan öyle yumuşak sıcaklığı vardı ki yeniden doğduk sanki. Sincabımın yüzündeki gülümsemeyle çıkan o gözyaşını unutmam. Bir anda bağırdı. BAŞARDIK! Bu sesle irkildim ve uyandım.
30 dk yazdım demiş birisi onu görünce çok şaşırmıştım ama oluyormuş gerçekten 32 dk yazdım 🤗 “GÖTÜR BENİ GÖTÜREBİLDİĞİN YERLERE” Maziye götür beni Zaman, özlediklerim var orada, merak ettiklerim, hayran kaldıklarım. En azından uzay gemisi gibi evin bir kısmını kaplayan kuzine sobasının yanına koy beni Zaman.Ellerimizi ısıtan, köy ekmeklerini ısıtan, en güzeli de etrafında yaptığımız muhabbetlerle kalbimizi ısıtan o sobanın yanına koy beni! O pazar sabahlarındaki tatlılığından da istiyorum. Kovboy filmi izlicem diye kaşığı ağzına götürmeyi unutan abimi, “Arkanda! Arkanda ! Öldürcek şimdi vay ciğerinden yanmayasıca” diye televizyon a sesini duyurmaya çalışan babaanneme istiyorum. Özellikle de, arka fonda Neşat Ertaş çalarken tamir işleriyle uğraşan dedemi uzun uzun seyrettiğim zamanda ki huzuru geri vermeyi unutma bana. Veya da papatyalardan taç yaptığımız andaki o mutluluğu, ilk sincap gördüğümüzdeki o heyecanı ve buzdolabının üst kısmındaki bir şeyi almak için verdiğimiz çabalardaki mahsumiyeti geri getir. Çok uzaklara götür beni Zaman,hiç yaşamadığım diyarlara. Mesela Çanakkale şavaşında oğullarını vatana feda eden anaların yanına götür. Fatih Sultan Mehmet’ in İstanbul’u feth edişine götür. Velhasıl Peygamber efendimizin yanına sahabelerden biri olarak götür. Tam O’nun nur yüzünü gördüğüm anda dur Zaman ve bırak git beni oralarda.
Şuan görünüyor. 😊benim de ilk görünmemişti. Kelimenin yanlış anlamda kullanılmasından bir hata var velhasıl kısacası demek siz başından beri peygamberimizin zamanına gitmek istememişsiniz ki ordaki velhasıl silinse daha akıcı olur😅ama genel olarak yaratıcı ve güzeldi. Önemli olan da zaten yaratıcı olmaktı.
Video nuzu izler izlemez yazdım hikayeyi. 2-3dk sürdü sadece. Siz kelimeleri sayarken kabataslak oluşmuştu bile. Neyse hikayeye geçeyim. İnşaAllah beğenilir. Bir gece Neşet Ertaş kuzine sobanın karşısında eline sazını almış bir sincaba türkü söylerken birdenbire aklına bu sincap ile uzay gemisinde seyahat etmek nasıl bir duygu olur diye düşünürken uykuya dalar. Rüyasında Fatih Sultan Mehmet bir kovboy kıyafeti ve elinde bir papatyayla buzdolabından çıkar. Hayırdır inşaAllah diyerek uyanan sanatçı gözlerini oğuşturken sabah olduğunu farkeder.... 😘
Ben bir kovboyum, uzar gideer yolum, diyarlarca gezerim, gezdikçe uzar boyum taa ki göğe değer başım. İşim bu uzar gider yolum. Farklı diyarlar gördükçe anlarım ki dünya dönmektedir içindekilerle birlikte. Anlarım, mevsimler değişirken insanlar da nasibini almakta değişimden. Annem sesleniyor 'Bavuluna yaptığın yiyeceklerden koydun mu? Hadi çocuğum koy bak unutursun.' Seyahata çıkıyorum bugün, seyahat bende huydur, gönüllü sürgünüm. Birisi şöyle bir söz söylemişti 'her gezgin kaybetmemiştir yolunu'. Odamdaki ilham köşesi panoma yazdım bu sözü, bu pano hayatta tamamiyle bana ait olduğunu hissettiğim yegane şeydir, aslında gideceğim yolları önce onda görürüm hayalimi önce ona fısıldarım, bazen boyalı kalemlerle bazen küçük bir sözle bazen de bir fotoğraf karesiyle fısıldarım uzak diyarların. Ha ne diyordum bu yüreğimin fısıltısı sözü de panoma koydum, kim söyledi unuttum, ama aydınlattığını hissettikçe yolumu söyleyene minnet duydum. 'Oğlum koydun mu bavulunaaa,aç kalcan bak oralarda ' 'Tamam şimdi koyuyorum' diyorum ağzıma basarken bir poğaçayı. Anne yemeği baba ocağında güzel, gezmek güzel o ayrı ama her şey ait olduğu yerde güzel. Aidiyet tiradı çekmeye kalkışan bir gezgin? Hayır ama aidiyetler yakından ilgilendiriyor beni, başka aidiyetleri görmek için düşüyorum yola, dönüs yolunda minnetler düzüyorum kendi aidiyetlerime, özgür hissediyorum kendimi seyahatten dönünce kendi aidiyetimin içinde.Londra'da Fatih Sultan Mehmet'in portresiyle karşılaşmıştık hani şu ünlü portre, kimdi ressamı-isimlerle aram iyi değil.- Oralarda sultanı görmek şaşırtmıştı, 'Ait oldugun bir yerde misin, kaçırayım mı seni' der gibi bakmıştım tabloya. 'Benim ait oldugum tek bir yer mi var' gibi bakmıştı bana.'Hayır'dedim.'Kim bilir kaç kafa var kurduğu hayallere ilham olduğun, seni gibi büyük insanlar- aslında her insan büyük olma potansiyeline sahip şöyle demeliyim belki senin gibi kabugunu çatlatmış insanlar Sultan'ım- nasıl tek bir yere ait olabilir? Kaç insan papatyadan bir taç gibi başında taşıyor seni, hayallerinin hava alan bir tarafında?'. ve yol almaya devam ettim. Gitme zamanı geldi, bizim mini miniler iki yanıma gelmiş sarılıyorlar bana.Hepsiyle vedalaşıyorum, annem askıdaki kovboy şapkamı verirken tekrar öpüyor beni.Yolculuk vakti, çok uzaklara değil bu defa, otobüsle gideceğim, Kırşehir'e. Ozanlar diyarına.Eskiden beri içimi dokunur bağlamanın sesi, çünkü genetik hamurumuzda var sesi hem acımızda hem mutluluğumuzda.Sazı birkaç kere elime alıp denediğimden beri de parmakların kıvraklığı şaşırtır beni, çok kolay bir iş olmadığını ya da daha doğrusu emek gerektirdigini o zamanlar anlamıştım. Otobüs geldi, bizimkileri bu sefer ya zaten Anadolu'ya gidiyorum yolcu etmenize gerek yok diyerek ikna ettim otogara kadar yorulmamaya.Kalkış zamanı geldi cam kenarı koltuguma oturuyorum, yanım boş, en güzel yol arkadasım kulaklığımı takıyorum, açıyorum bir Neşet Ertaş türküsü- böyle olur mu - içimi sarıyor ezgi başladığı anda duygular, kuzine soba sıcaklığı gibi duygular, rüzgarlar esen bir kırda uzanıyormuşum gibi duygular, en darlandığım anda ruhumu saran bir buzdolabı serinliği gibi duygular. Farklı farklı diyarları düşüyorum şimdi, acısı farklı mutluluğu farklı ama insanca ortak bir eksende. Kimilerinin gökten inecek -kim bilir ne zaman-bir uzay gemisinin ya da bi mucizenin getirmesini beklediği mutluluğu ben kafamın hafif hafif cama çarptıgı şu otobüste buluveriyorum, Neşet babanın da katkılarıyla. Yolun yanındaki ağaçta bir sincap çarpıyor gözüme , beni takip et der gibi, Neşet babanın deniz gibi izlediği bozkıra götüreceğim seni der gibi. 'Kaptan sincabı takip et' diye bağırasım geliyor, tutuyorum kendimi, ilk durakta yanima bir yolcu gelirse ona derim belki. Ne kadar uzun oldu yazı, yol da böyle uzar mi ki?
Anlatıcı:Neşet ertaş Yatağımdan kalkar kalkmaz bugünki planlarım aklıma geliyor ve elimi bile yıkamadan atölyeme doğru yol alıyorum atölyem bostonda papatyalar vadisinin tam ortasındaydı 15 yıllık çalışmalarımın meyvelerini bugün toplayacağım için çok mutluydum.Elime ingiliz anahtarı aldım ve uzay gemimin tüm cıvatalarını kontrol ettim.sonra ateşleyici olarak kuzine sobamı ekledim.buz dolabının içinde bir kara delik oluşturdum ve buzdolabını bir kapsüle yerleştirdim. Gemi harekete başlayıp 3 km yüksekliğe eriştiğinde dünyaya fırlatılcak şekilde ayarladım. Buzdolabının kapağı dünyaya ulaştığında otomatik olarak açılcak ve tüm dünyayı hiçliğe yollayacak.Şimdi tek tuşla kendini imha edebilen atölyemi imha ettim ve geminin kaptanını beklerken gemime bir özellik daha ekledim.Sazımdan çıkan seslere göre şekil değiştiren bir gemim olmuştu artık. Kaptanımız Fatih Sultan Mehmette gelmişti. Yola çıktık ateşleyicimiz fazla güçlüydü bu yüzden uzay gemisin altındaki papatyalar alev aldı neyseki itfaiyeci kovboylar vadiye yakınmış 5 tükürük atarak yangının büyümesini engellediler.ilk hedefimiz samanyolu galaksisinden çıkıp sincap galaksisine ulaşmak.
UZAY GEMİSİnde başlayan bir yolculuk; gemideki bir kişi hikayesini anlatıyordu. Eskiden yaşadığı güzel anılarından KUZİNELİ SOBA etrafında oturup NEŞET ERTAŞ dinleyip başka günlerde ise yine kuzineli soba etrafında oturup televizyonda KOVBOY filmi izliyordu. Etrafı PAPATYAlarla çevirili güzel bir bahçeli evde oturuyordu, dışarıdan SİNCAP sesi geliyordu, evin penceresinden dışarı baktı ama karanlıktı pek bir şey gözükmüyordu. Tekrar içeri dönüp BUZDOLABIndan yiyecek-içecek bir şeyler alıp masada atıştırdı. Mutfaktaki açık radyo FATİH SULTAN MEHMET 'in geçmişini anlatıyordu, bir kulağı orada radyoyu dinliyordu. Sonra saatine baktı epey geç olmuştu. İçeri geçip televizyonu kapatıp ve sobayı söndürüp yatmaya gitti.
Şu aralar yeni keşfedilen mars'a gitmeyi çok istiyorum merak ediyordum nasıl bir yer oldugunu çünkü hiçbir şey yok tu insanlar makineler teknoloji oraya gidip yaşamak istiyordum bende birgün bir uzay gemisine binip gidiceğim. Eski zamanların en iyi türkücüsü vardı herkes bilir onun gibi güzel yürekli insanı onun adı Neşat ertaş idi Eski zamanlar demişken birde tarihe geçen koca bir destan yazan bir adam vardı onun adıda Fatih sultan mehmed idi. Birgün kış mevsiminin çok soğuk olduğu zamanlar da ıssız bir dağda mahsur kalmıştımbir dağ evi bulup hemen içeriye girdim kuzine soba buldum yakıp ısınırken camdan dışarıyı izliyordum dışarda bir sincap görmüştüm sonra çok açıkmıştım buzdolabına bakıp yiyecek birşeyler ararken ve birde baktım bir kovboy geldi beni kurtardı bu ıssız dağdan.. Bir zamanlar çok sevdiğim bir kadın vardı papatyayı çok severdi ama çok uzaklarda köy de yaşardı çok az nadir görüşürdük bir gün köy yolları kapandı haber alamadık birbirmizden bir süre aradan yıllar geçti bir papayta alıp yanına gittim vaybe demekki benı unutmamışsın dedi...
Çok geç keşfettim bu kanalı , keşke önceden denk gelseymişim. Tespitleriniz o kadar doğru ki gerçekten bana beni anlattığınızı hissettim. Umarım zamanla bu kanalda hakettiğiniz yerlere ulaşırsınız. 😌
Televizyon izlemekten sıkılmış , çok sevdiği kovboy filmlerini sürekli izlemekten bunalmıştı.kalkıp buzdolabına yöneldi karnı acıkmıştı. çıkardığı yemeklerini alıp bahçede yemek istedi.Tam oturacakken gözüne sincap takıldı daha önce hiç bahçesinde görmemişti.Sessizliğin sesi eşliğinde yemeğini yerken yağmur başladı.içeriye geçip kitap okumak istediğini düşündü.koşa koşa odasına gidip kitaplarına baktı uzun zamandır okumadığını fark etti. gözüne yakın zamanda arkadaşının hediye ettiği bir kitap takıldı.dışarıda yağmur şiddetlenince , kitabı alıp okumak için pencere kenarına geçti.Annesinin kuzine sobaya attığı portakal kabuklarına gözü ilişti.Yağmur kokusuyla karışan portakal kokusu büyülemişti eceyi.okumak için aldığı kitabı incelerken duyguları beden diline yansıyor çok merak ederek inceliyordu , hayatını değiştireceğini hissetmişti sanki. Kitabın o büyülü dünyasına daldı , annesinin seslenmelerini de duymuyordu ece.inancın gücünü anlatan kitaptan biraz okuduktan sonra kendi hayalini yazmaya başladı. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakmak istiyordu...Ece hayal edeceği şeyleri düşünmeye başlarken radyoda çalan türkü hoşuna gitti 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez gönülden gönüle gider...' diyordu.Daha önce neşet ertaş dinlememiş olan ece yazmaya başladı içindeki okyanusu keşfetmek istercesine. bir arabası olsun istiyordu ece...sonra tekrar düşündü uzaya arabasıyla gidemezdi bir uzay gemisi olmasını istedi.Uzay gemisini kullanmayı bilmiyordu . çok sevdiği kitaplarını okuduğu Fatih Sultan Mehmet 'in uzay gemisini kullanacağına inanıyordu ve kağıdına yazdı bunları.Uzayı çok merak ederken bir yandan da hep papatya bahçelerine gitmek evinin önünde ki minik bahçesinde papatya yetiştirmek istiyordu.kahve yapmak üzere mutfağa yöneldi.Bir yandan da düşünüyordu.kime anlatabilirdi hayallerini ya gülerlerse diyordu kendi kendine.hep bu yüzden hayallerini anlatmaya korkmuştu artık korkmuyor ve inanıyordu kendine.hayallerini seviyordu ece ve derinden inanıyordu gerçekleşeceğine.
Otobüs virajlı yolları ve yerden kaldırdığı tozları geride bırakırken; 9 yaşındaki Can ve 8 yaşındaki kardeşi Hilal için de okul günleri geride kalmış, yaz tatili gelmişti. Can, Hilal ve anneleri Kırşehir'den Cicekdagi'na dogru yol alıyorlardı cunku Cicekdagi'nda Can ve Hilal'in anneanne ve dedesi yasiyordu. Iki kardeş koydeki arkadaşlarıyla buluşup oyunlar oynamanın hayalini kuruyordu.Yol boyunca agaclari, kuslari, insanlari seyrediyorlardi. Arka fonda bir halk ozaninin sesi kulağa geliyordu."Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?" diyordu.Can, yillar sonra onun da ayni bu sarkida anlatılan kişinin özelliklerinde birini sevecegini ve onunla evlenecegini aklından geçirdi.Annesine şarkıcının ismini sordu.Annesi şarkıyı soyleyenin Neşet Ertaş isimli bir halk ozani olduğunu, hatta onun da Cicekdag'li olduğunu söyledi. Arada birde babasının karne hediyesi olarak aldığı kol saatini kontrol ediyor, kac dakika sonra varacaklarini tahmin etmeye çalışıyordu.Belki de ileride insanlar çizgi filmlerdeki gibi her yere ışınlanarak gidecekler ve saatlere pek de ihtiyaçları kalmayacaktı.Kim bilir belki uzay gemileriyle gezegenler arasi seyahatlere bile cikacaklardi.O zaman geldiğinde, şimdi Kırşehir'den Cicekdag'a yola çıktıkları gibi, Dünya'dan Jüpiter'e yola cikabilirlerdi. Köylerine varmalari bir saati bulmuştu.Yasli nine ve dede hem kızlarını, hem de torunlarini gormenin sevinciyle onlari kapida karsiladilar.Eller opuldu, kucaklasildi, sohbetler edildi, yorgunluk atildi. Sira yemek yemeye gelmişti ki, Can ve Hilal bir an once koydeki arkadaşlarıyla buluşup oynamanin sabirsizligini tasiyorlardi.Bunu gören anneanne, kuzine sobada pisirdigi cevizli borekleri mendil icine koyarak torunlarinin eline tutusturdu.Aciktiklarinda arkadaslariyla birlikte bu leziz boreklerden yiyebilirlerdi.Borekler kuru kuru yenmez diye anneanne, buzdolabından bir surahi eksi yogurttan yapılmış köpüklü ayrani da cikartti.Anneleri de ayrani cocuklarin su mataralarina aktardi. Yaz güneşi carpmasin diye Hilal'in başına fötr bir şapka taktı fakat Can'a şapka getirmemislerdi.O esnada duvarda asılı duran hasır bir şapka Can'ın gözüne ilisti.O da dedesine ait olan ve kendisinde biraz büyük duran bu hasir sapkayi kafasina konduruverdi.Hasir sapkanin altinda kucuk bir kovboy pozu veriyordu.Boylece evdekileri guldurmeyi de başarmıştı. Can köydeki erkek arkadaslariyla bulustugunda oradan buradan bulduklari comaklarla kiliccilik oynadilar.Sonra cocuklardan bir grubu Türk, diger grubu da Bizans askeri yaparak oyunlarini gelistirdiler.Can, Fatih Sultan Mehmet rolünde Türk askerlerini komuta ediyor ve Istanbul'u fethetmek icin yogun gayretler gosteriyordu.Bu esnada Hilal de kiz arkadaşlarıyla kirlarda gördükleri papatya ve gelincikleri topluyor, çiçekleri taç haline getiriyor, bu taclarla adeta birer prenses edasina burunuyorlardi. Çocuklar saatlerce oynayip yorulduktan sonra hep beraber bir ceviz agacinin altina oturup o leziz anneanne boreklerinden ve ayranindan tatmaya koyuldular.Gunun yorgunlugunu lezzetli bir sekilde sonlandirirken Can'in basina yukaridan bir cisim düşmüştü.Ne olduguna baktiklarinda bunun bir ceviz oldugunu gorduler.Baslarini yukari kaldirdiklarinda ise kendilerini gulmekten alikoyamadilar çünkü ceviz agacinin yüksek dallari arasinda bir sincap adeta "Bu muzipligi ben yaptım" dercesine kara kara onlara bakiyordu.Butun baslarin ona yoneldigini gordugunde, bir anda agacin kovuguna girerek gozden kaybolmustu. Aksam olurken cocuklar yarın tekrar gorusmek uzere vedalasip her biri kendi evine çekildi.Can ve Hilal icin o gün çok guzel geçmişti. O gece yatarken gökyüzünü dolduran ve çeşitli yerlerden kendilerine göz kirpan yildizlari seyretmeye koyuldular.Goz kapaklari yavaş yavaş devrilirken, kim bilir köyde yarın hangi yeni maceralarin onlara göz kirpacagini hayal ediyorlardi ;-)
UZAY GEMİSİ Fatih Mehmet, daha henüz üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuktu...O gün her zamankinden daha neşeli bir şekilde okuldan eve dönüyordu. Çünkü o gün sınıf başkanı olarak seçilmişti. Artık babasının kendisini sevmesi için bir nedeni vardı. Bu başkanlık işini de en çok babasına kendisini kanıtlayıp sevdirmek için istememiş miydi? Babası annesi öldükten sonra Mehmet'e soğuk davranmaya başlamıştı.O da babasının sevgisini tekrar kazanmak için elinden geleni yapmıştı. Bir babanın evladı için rolü çok büyüktü ama annesiz bir evlat için bu rol daha büyüktü. Mehmet nihayet eve vardı. Anahtarla kapıyı açıp içeriye girdi. Babası son zamanlardaki gibi kederli bir şekilde oturmuş telefonundan Neşet Ertaş dinliyordu. Ve ona "Sen beni gönlümce mutlu mu sandın ömrümü boş yere çalan dünyada..." diyerek eşlik ediyordu. Mehmet babasına koştu. Heyecanla olup bitenleri bir çırpıda anlattı, başkan olmak için yaptıgı konuşmayı başkan olunca sınıftakilerin ona Fatih Sultan Mehmet Han diye bağırmalarını hepsini bir bir anlattı. Ama aradıgı tepkiyi bulamadı. Babası onu çok soğuk bir şekilde tebrik etti. O da üzülerek odadan çıktı. Mutfağa gidip buzdolabından yemek aldı ısınması için kuzine sobaya koydu. Sobanın deliğinden ateşe bakarak iç geçirdi. "Keşke annem burda olsaydı belki o zaman babam da beni severdi. Keşke annem burda olsaydı o beni hep çok severdi..." dedi babasına farkettimekten çekindiği gözyaşlarını silerken. Yemeği kendini zorlayarak yedikten sonra babasından dışarıya çıkıp arkadaşlarıyla oynamak için izin aldı. Kovboy ayakkabılarını giyip bir çırpıda evden çıktı. Yol kenarında annesinin en sevdigi papatyalardan topladı. Annesinin mezarının başına geldi. Olanları bir bir annesine anlattı. Artık hıçkırıklarına engel olamıyordu.Keşke anne, dedi. "Keşke hep yanımda kalsaydın. Keşke o uzay gemisine binip gitmeseydin. Keşke giderken beni de götürseydin.Yer mi yoktu ki beni burada bıraktın? Kucağına alsaydın olmaz mıydı anne?" dedi. Tam o sırada minik bir sincap gördü Mehmet onun peşinden koşarak mezarlığın çıkışına geldi. Sincap yolun karşısına geçmişti. Mehmet biranda yola fırladı. Büyük bir gürültüyle Fatih Sultan Mehmet Sokağı inledi. Mercedes marka bir otomobil Mehmet' e çarpmıştı. Artık Mehmet babasından çok uzakta annesinin uzay gemisine çok yakındaydı...
Ingilizce bölümünde okuyorum ve yeni kelimeleri öğrenme konusunda türkçe düşünüp elimizdeki ingilizce kelimeleri kullanarak hikayeler oluşturuyorsun ve gerçekten eğlenceli oluyordu.Ise de yarıyor 😀
"Kestaneler oldu olacak ha, ben bebeği uyutuyom sen de altını üstüne çeviriver e mi yavrum?" dedi kadın ve ekledi: "Şu radyoyu da kapat artık sesten uyumuyo biliyon." Pencereden ormana bakan Selim gördüğü sincaba odaklanmışken annesi dikkatini dağıtmış, kafasını çevirince sincap yoklara karışmıştı. Radyoda 'gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?' diye kederli bir adam şarkı söylüyordu. Selim sincabı arar gözlerle biraz daha bakındı ve sonunda vazgeçip kuzine sobanın yanına geçti. Kestaneler çatırdamaya başlamıştı, ortalıkta boş tabak bulamayınca buzdolabıni açtı, geniş tabakta kalan üzümleri ağzına tıktı ve boşalan tabağa kestaneleri koydu. O sırada dış kapıdan içeri elinde hafif solmuş papatyalarla babası geldi. "Oo Neşet Ertaş çalıyor" diye heyecanlanan adam çocuklarına sarıldı ve karısına çiçekleri vermeye gitti. Büyüyünce büyük adam olmak istiyordu Selim. Bu küçük köye bir kovboy gelse, herkesin takdirini alsa ne güzel olurdu. Ya da hayır! Bir komutan olmalıydı, dillere destan; Fatih Sultan Mehmet gibi. Ama önce keşfetmeliydi dünyayı. 'Keşke' dedi, 'Keşke uzaktan birileri gelse, uzay gemilerinden inip bize nasıl büyük adam olunur söylese..
"""Neşet ve Sincap""" Bir gün Neşet ERTAŞ gazete okurken ilk uzaya çıkan Yuri GAGARİN görmüş ve o da uzayda gitmek için hazırlık yapmaya başlamış. ama aklına söyle bir soru gelmiş -Diğelimki uzaya çıktım orada üşürsem ne yaparım diye kendine soruyomuş ve aklına kuzine soba almak gelmiş. ve Neşet uzay gemisine binmiş çıkmış Ay'a Dünya'da herkes bunu konuşuyormuş sonra ayda dolaşırken bir ev görmüş. Evin içine girmiş ama evin için de kimse yokmuş dışarıya da bakmış yinede kimseyi görmemiş ama ev çok güzelmiş. Ev 4 katlıymış 1. katında salon ve misafir odası 2. katında yatak odası 3. katında bilgisayar odası bodrum katında ise bir kapı varmış ilk önce korkmuş sonra da gücünü toplayıp girmiş o kapıdan etrafına bakınca her yerde ağaçlar varmış.İlk önce bir yerden birşey çıkar diye korkmuş,10 dakika sonra hiç birşey olmayınca da gezmeye başlamış. Gezerken yorulmuş ve bir ağaca yaslanmış o ağaçtan kafasına bir fındık düşmüş sonra kafasını yukarı kaldırınca konuşan bir sincap görmüş ilk önce korkmuş sincap yanına geldikten sonra şöyle demiş -Korkma ben arkadaşım demiş. ama Neşet daha çok korkmuş ve şöyle demiş -Nasıl korkmiyım basbayağı konuşuyosun demiş sincap ise -Tabi konuşuyorum demiş ama Neşet 'e dinletememiş aradan 1 saat geçmiş Neşet biraz daha sakinleşmiş ve arkadaş olmuşlar sincap bir zaman makinesi göstermiş bu zaman makinesiyle 1453'e gitmişler orada Fatih Sultan Mehmeti görmüşler Fatih Neşet ERTAŞ'ı tanıyomuş ama Neşet Fatih'in onu tanıdığını bilmiyomuş oda tnıyomuş taklidi yapmış birkaç gün sonra 1800'lere gitmişler orada ise kovboyları görmüşler.Kasabanın şerifi sincapa bir papatya vermiş ve şöyle demiş. -Eğer manitan olursa ona verirsin sincap da ne yapsın almış papatyayı sonrada zaman makinesiyle Dünya'ya dönmüşler. Dünya'ya döndükten sonra herkes Neşet'i coşkuyla karşılamıştı ama yanındaki sincapa bi anlam verememişlerdi sonra Neşet'e sordular bu sincapta neyin nesi oda şöyle dedi -O benim en iyi arkadaşım ve sonra eve gitmişler ama evde buzdolabı olmadığı için tüm herşey bozulmuştu Neşet'te uzaya çıktığı için ona bir miktar para verilmişti o parayla gidip buzdolabı aldı ve geri kalan parayıda bir kenara koydu Neşet'in evi ormanlık alanda olduğu için başka sincaplarda gelmiş ve bizim sincap diğer sincaplarla konuşmaya başlamış bir tane sincapı çok sevmiş ona açılmak istiyormuş ama bir türlü açılamıyormuş sonrada kovboyun verdiği papatya aklına gelmiş papatyayı dişi sincapa verdikten sonra sincap çok sevinmiş ve sevgili olmuşlar. ve Neşet ve sincapın hayatı çok güzel gidiyormuş ve birlikte çok uzun yıllar yaşamışlar
Zaman öyle değişti ki sıcağı iliklerimizde hisseder, kovboyları uzay gemisinde görür olduk. Yine havanın sıcaklığını iliklerimize kadar hissediyorduk. Uçsuz bucaksız çölü izleyerek seraplar görmek bize keyif veriyordu. Ta ki kovboyları görene kadar.. İşte geliyorlardı! Uzay gemisinden inen kovboylar etrafımızı sardı. Şaşkındık, biz fakirlerden ne isteyebilirlerdi ki ? Biz kendi halimizde insanlardık. Anladık ki, bizden Fatih Sultan Mehmed'in kuruttuğu papatyaları istiyorlar. Onların derdi, papatyaları ele geçirip yüklü miktarda para elde etmek fakat buna izin vermeyeceğiz. -Evet, onları saklamanın bir yolu olmalı! Hele ki dostum Neşet Ertaş için papatyalar çok daha önemliydi. Onun ilham kaynağı bu papatyalardı. Dostum Neşet ile hemen harekete geçtik. Sincaplar kovboyları oyalarken kuzine sobasını alevlendirdik. Onların dikkatini bu noktaya çekmeliydik. Ve de öyle oldu. Düşündüler ki, kendilerinden kurtulmak için papatyaları yaktık. Kuzineyi söndürmek için uğraşan kovboylar buzdolabını akıllarına dahi getiremediler. .. Bu yüzden papatyaları hep sevdik. Sevmeyenler de kovboy oldu.
HATA BENİM Son 20 yılın en sıcak gunlerını yaşarken o bu sıcakta tuylu yumuşak sıncabına donuyormus gıbı sarılıyordu. Her yeri ıslak bilhassa gözleri boğazıda kuruydu. O gece sabaha doğru çok yutkundu. İnsanların canı sıkıldığında sevdiği birini yoklar ya aklına en enleri gelir onun o an aklına gelen ilk buzdolabıydı. Usulca kalktı ve uyuşuk haliyle buzdolabına baktı benı anla diyen gözlerle.. Benı aç diyen haliyle ama her zamankı gıbı o buzdolabını açtı gözbebeklerı gondol gıbı Bı ileri Bı gerı sallanıyordu. Boş kalbini miğdesıyle karıştırıyordu. Yeterınce tokdu. Uzun Bı bekleyışten sonra ne yiyeceğine karar veremedi tıpkı her aksam ertesi gun ne giyeceğini duşunduğu gıbı. 10 dk sonra bu bardak su alıp balkona çıktı. Yazın ortasında kışı yaşıyordu sanki gecenin esen ruzgar saclarını ve gecelıklerıni kurutuyordu ama gözundeki yaş hala itinayla akıyordu... Diyaframdan Bı kaç nefes alış veriş sesını duyduktan sonra Derken sabah ezanı okundu. okundu.. Asgari arapçasıyla namaz uykudan hayırlıdır cumlesıne idrak ve itibar ederek abdest aldı. Ne zaman namaz kılsa genel Bı dua eder kalkardı ama bu namazdan sonra duasına başladı ve güneş doğana kadar susmadı.. " Allahım bana yardım et, bana güç kuvvet ver allahım.. Buyudukçe canım yanıyor allahım geçen babam iyice benı canıma kadar getirdi gelmiş benı Fatih Sultan Mehmet le kıyaslıyor allahım o benım yaşımda İstanbulu feth etmıs belki ben içinde İstanbul Olan bi kalbi feth edıcem onun kadar olmasa da.. . yok yıl olmus 2018 ben hala oturmuş kovboy Redkıtı izliyomusun. Sadece bu da değil çizdiğim papatyayıda parçaladı allahım kalk git test çöz dedı adam ol dedı... Allahım ben böyle olacaksam adam olmım allahım.. Allahım neden bunları anlatıyorum ki sen zaten goruyosun allahım Napım allahım ben çok doldum gercekten dayanamıyorum.. O yuzden allahım buyumek buysa benı buyutme allahım. Yaş aldıkça geçmişimi daha çok özlüyorum allahım.. Kuzıne sobabımızın yanında çizdiğim resımlerımi, onun ustunde ki portakal kabuğu kokusunu, düşerimdeki uzay gemımı... Uzay gemisi batmazda allahım nereye batacak ki? Anca bu nevrotik büyüklerimize batar... Ona öyle dedıgım için affet allahım dedım ya çok doluyum. Allahım bana olgunluk yakınlarıma çevremdekilere sağduyu anlayış ver allahım.. İçimdeki çocuğu öldurmeden buyut benı geçmişimi geleceğimden guzel kıl bugun sadece kendıme ettim ilk kez daha uzatmicam.. Kendım için ne istediydem allahım bu herkes için istiyorum.. Senı unuttuğum için de affet allahım.. Herşeye rağmen şükürler olsun... GÜNEŞ ışınlarını gosterdı, dükkanlar açıldı, kızarmış ekmek kokusu cadde ki bi kac vatandaşın ciğerlerine doldu. BİR TOFAŞ yokuş aşağı iniyordu yuksek sesle neşat ertaş ın şarkısıyla HATA Benım... Şarkısıyla.. Burası huzur ve umut şehri... (ESENLER)....
GERÇEK Günlerden birgün ben papatya desenli fincanımda tadı şekliyle musemmeha Papatya çayımı içip gökyüzünü seyrediyordum.Oturdugum koltuk Pencereye karşı oldugu için ve zemin kat da oturdugumdan bahçeyi, ve önümde beton yıgını bir bina olmadıgı için de Gökyüzünü çok güzel görebiliyordum.Bahçede bir Kovboy heykeli var ,komşumuz onu En son gittigi amerika gezisinden bahçe süsü olarak getirmişti.O heykelin tamda arka tarafında bir kusine soba yine kişin gelmesini; dört gözüyle ve Borularıyla bekliyordu.Oglum içerde saz kursundan ögrendigi en son Türkü; Neşet Ertaş tan Ah yalan dünyayı tıngırdatıyordu.Bahçemizde uzun uzun Servi Agaçlari ve bir tane yaşli Kavak agaci. ..çiçekler rengarenk huzurun taa en üst seviyesindeydim.Gökyüzünde mavi bulutları izlerken yerde bir hareket dikkatimi çekti ve gözLerim adeta bir asansörle inercesine yavaş ve heyecanlı bir şekilde aşşagı ya bahçeye indi.O da ne!!! karşimda cesur bakişlar atan küçük bir Sincap.Şaşirdım çünkü çoktan kaçmış saklanmış olması gereken bu Minnak Sincap, orada benimle sohbet edecek gibi duruyordu.Ama bu durum uzun sürmedi...Bir anda yok oldu...Evet kaçmadı yok oldu.Ben şaşkin bir halde bakinip dirdum etrafa ama yok, gitti... gökyüzünde ki mavilik deryasina dönmeye karar verdim.Ben öylesine bu huzuru icime cekerken sincap hala zihnimi kurcaliyordu.Bir süre sonra bi an da gökyüzünde benim göz sinirlarimi ihlal eden devasa bir Tepsi belirdi,işikli ve durmadan dönen.O anda büyük bir heyecan büyük bir ,"aha ben keşfettim" duygusu ile koltugumdan Fatih sultan mehmet heybetiyle kalktim.Inanilmaz bir heyecan ve keşif duygusu ile bahceye ciktim.Evet Nasa 'ya bunu bildirmeliydim ama nasil...emindim O bir uzay gemisiydi.Bütün hücrelerim heycandan titriyordu ve anladim ki sincap ta orada, evet o bir uzay sincabiydi insani kesfetmeye gelmisti.Ben bu düsüncelerimle kendimden gecmi dünyadan kopmusken Annem seslendi"kizim buzdolabindan bir su versene"Annemin bu çok susamis, ici kavrulmus Nidasina karsin ben acele etmiyor, ani yasamak ve buyuyü bozmamak için elimden geleni yapiyordum.Evet o sincap da bir uzayliydi ve uzayli bize, bizde ona benziyorduk...sincap buna bir örnekti.Heycandan bütün hücrelerim titrerken ,Annemin "kızım Uyan uyan üstün açık uyumuşsun titriyorsun."ooooff yinemi Uzaylilarin gercekliginden şüphe etmeye devam🙄🤔😴😯😴
Beyhan'ın Rüyası Beyhan;cumartesinin vermiş olduğu rahatlıkla kanepeye yayılmış uzanıyordu.Odayı Neşet Ertaş'ın Yalan Dünya adlı şarkısı doldurmuştu.Her köy evinde bulunan kuzine soba ortamı ısıtmış yanan kömürlerin sesi Beyhan'nın hayli mayışmasına ve göz kapaklarının kapanmasına vesile oluyordu.Beyhan'ı huzurlu hissettiren bu an onu çocukluğuna döndürmüştü. Beyhan;burnuna gelen yoğun papatya kokusuyla uyandı.Bahcelerındeydı 'Ben buraya ne ara geldim diye düşündü.Kalkıp silkelendi.Evine girdi.Çok susadıgını fark edip mutfağa yöneldi.Buzdolabının kapağını açtığında bir sincabın üzerine atlamasıyla sendeledı.Şaşkınlıkla korkudan tıtreyen sincaba ve kapağı açılmış fındık ezmesine baktı.Sanırım sincabın klostrofobisi vardı.Sincabı bahçeye bıraktı.Arkasını dönerken güclü bir GÜM! sesiyle sarsıldı.Devasa bı makıneydı.Uzay gemisini andıran bu makineyi incelerken kapağı açıldı ve içinden bir insan fırladı.Beyhan fırlayan insanın kim olduğunu farkedince şaşkınlığını gizleyemedi.Rüyada mıydı ?! Bu Neşet Ertaş ın ta kendisiydi.Makineden gelen Yalan Dünya şarkısı da cabasıydı.Neşet Ertaş kovboy şapkasını çıkarıp Beyhan ı sevgiyle kucakladı.Beyhan kendine geldiğinde ;'Bir imzanızı alabilir miyim?'diyebildi.Neşet Bey onun bu sözlerine gülüp ;'İmzadan önce halletmemız gereken bir mevzu var' dedi.Kaşlarıyla makineyi işaret ederek 'Bu bir zaman makinesi onu zamanında yetiştirmezsek kötü şeyler olacak' Neşet Bey Beyhan ı uzun uğraşlar sonucu ikna ettikten sonra yola çıktılar.Büyük bir sarsıntıyla fırladılar makineden.Ayağa kalktıklarında bir saraydaydılar.İhtişamlı bir kapının önündeydiler.Bu saray çok moderndi.Son teknoloji güvenlik sistemiyle donanmıstı. İhtişamlı kapıdan baktıklarında Fatih Sultan Mehmet ve veziri Çandarlı Halil Paşa oradaydı.Veziri elinde tabletıyle 'Padişahım Viyana Elçisi mail göndermiş kabul edelim mi 'diyordu.Bu ilginç diyologtan sonra 'Neşet Bey sanırım doğru yer burası değil gitmeniz gerek'diyordu.Tekrar makineye binip yolculuğa çıktılar.Yine büyük bir sasıntıyla makine tarafından fırlatıldılar.Bu sefer ayağa kalktıklarında ücra bir mahallenin kırık dökük araba tamircisindeydiler.Seslerden anladıkları kadarıyla birilerinin geldiğini anlayıp kafalarını oraya çevirdiler. Gencler Beyhan ve Neşat Bey'i görmüyorlardı.Beyhan bu durumu ilginç bulurken kafasını çevirdiginde Neşat Bey in siluetinin yavaş yavaş kaybolduğunu gördü.Sanırım doğru yer burasıydı.Bu devasa makine ücra bir mahallenin kırık dökük araba tamirhanesinde icat edilmişti.Tam o sırada bir ses;Beyhan Beyhan... Diyordu. Gözlerini açtığında o sıcacık huzurlu köy evindeydi.Bu ilginç rüyayı görmesini yoğun iş temposu ve yorgunluğuna verdi..
Ceviz Uzay gemimiz atmosferden çıkmak üzereydi. Uçsuz bucaksız bir karanlık... Camdan yapılmış altlıklar dünyamızı görmeyi mümkün kılıyordu. Dünyamıza son bir kez bakmak istedim. Koskocaman dünyamız... Nazım Hikmet'in dizeleri aklıma geldi. Ne diyordu? "Yani bu koskocaman dünyamız soğuyacak günün birinde". Evet, belki dünyamız soğumamıştı hatta tam aksine adeta bir ateş topuna dönüşmüştü. Yıllar yıllar önce ısınmaya başlamıştı dünyamız. Aslında her şey göz göre göre geliyordu. Her gün uzmanlarca yapılan uyarılar, yayınlanan tv programları, makaleler... Ancak nafileydi. Buzdolabı yataklarda yatmaya başlayıp felaketi adeta bekledik. İnsanlar bu uyarılara kulak asmadı, daha doğrusu asmaya fırsat dahi bulamadı. Dünyanın her yerinde bir anda yükselen bir dalgayla iktidara gelen cahil liderler tüm dünyayı bir felakete sürükledi. İnsanlar savaşlarla, göçlerle ve katliamlarla dolu günlere uyandı her gün. Yaşamı unuttuk. Onun ciddiyetini unuttuk. Oysa yine ne diyordu Nazım bir şiirinde; "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden". İnsanoğlu yaşamın dışında her şeyi istedi. Gözü doymayan bir benciller sürüsü gibi hem de... Düşüncelerime dalmışken uzay gemimiz Fatih Sultan Mehmet atmosferi ve dünyamızı çoktan terk etmişti bile. İstanbul'un Fatih'i artık uzaydaydı. Uzayın fethine ithafen bu ismi almıştı. Ne de olsa artık ortada bir İstanbul yoktu... Sanal gerçeklik lensimi taktım. Bir film izleyebilirdim belki. "Geç", "Geç". Aa! Eski bir kovboy filmi. "Başlat" ya da hayır hayır "Dur". "Kapat". Dünyamız nasıl olsa artık kocaman bir yalandı. "Müzik Çalar'ı Aç", "Neşet Ertaş", "Yalan Dünya", "Çal". Keşke görebilseydi. Gerçekten yalan dünya! O an durdum ve düşündüm. Dedemin bahçesi baharda papatyalarla dolan köydeki o evi ve atmamakta ısrarla direndiği çocukluğundan kalan kuzine sobası. Kendi çocukluğum... Öyle ya, dünya bir zamanlar sobaya ihtiyaç duyulan bir yerdi. Oysa, oysa son ne kadar da yakınmış. Kim buna inanırdı ki?
Biz 9 kardeşşiz köy yeri âmâ kiseyye muhtac olmaddık her akşam toplannırdık siz kuzine diyin biz soba sobannın başşınna annem içinde kömbe yapmiştır kuru peynirle yeni sağmış sütte kaynardı ve onla yerdik şimdi engüzzel yemekmi annemin yaptıgımı anneminkini isterim televizyonnu çok geç aldık zaten tek bi sinnama vardı kovboy filmi hiç gözümüzü kırpmadan seyrederdik dışşarı bile cıkmadan 12 kapanırdı babam hep neşşet ertaş dinlerdi zatan bizim köylüydü neşşet erteş sabah olunca ablamla bağğa giderdik bağ beklerdik ordan cocuguz ya papatyalardan taç yapardık kendi oyunumuzu kendimiz bulurduk gelirken üzüm domates salatalık toplardık yıkayıp dollaba atardık işte buda benim hikayem çok özledim o günleri fatih sultan istanbullu fet etti âmâ bende benim mahvettikleri hayellerimi tek tek fet etcem fatih sultan mehmet gibi vaz geçmeden pazartessi okulla yazzılıcam buda bennim fettim
Biraz gec oldu ama okursaniz cok mutlu olurum yazim hatalari icin kusura bakmayin 😞😞 umarim begenirsiniz☺️☺️ Dunyaya ilk defa gelmenin heyecani yasiyordum. Bu uzay gemisine binlerce kez binmistim ama hic birinde su an yasadigim heyecani ve mutlulugu hissetmememistim. Dunyaya insanlari tanimaya, onlarin yasayislarini izlemeye ve anlamaya geldim. İlk olarak bi insan bulmali ve telepati yoluyla Dunya ile ilgili butun bilgileri aklima aktarmaliyim derken yanimdan bir insan gectigini gordum. Ona "hey bakar misin" diye seslendim. Seslenmemle birlikte insanoglu bana dondu gozlerine bakarak edinmem gereken butun bilgileri hafizama attim. İndigim yer Turkiyeninen onemli sehirlerinden biri olan İstanbulmus. Butun dunyanin ugruna savastigibir sehirmis bir sehir iki ayri kitada.. Fatih Sultan Mehmet adinda bir hukumdar tarafindan 1453 yilinda feth edilmis. Bu bilgileri kendi gezegenime gittigimde hemen arkadaslarima anlatacagim. Burasi artik benim icin onemli bi yer. Dunyaya ilk inisim.. İlk geldigim sehir.. İstanbul.. Sehir cok buyuk ve kalabalik. Bir suru insan var hepsi birbirinden cok farkli. Cogu cok guzel giyimli. İlk karsilastigim insanda oyleydi.. Yavas yavas yuruyorum. Biraz yurudukten sonra daha dar bir yere girdim. Kucuk bir sokak.. Burda yerleskelerde ayni sokak gibi kucuktu. Evleri incelerken birden gozume tek gozlu bi ev ilisiverdi. Perdesi hafif siyrilmis pencereden evin icini izlemeye basladim. Pencerenin kenarinda eski sedirin ustunde bitab halde olan bir kadin oturuyordu. Onunde beyaz yapraklari olan bir bitki vardi. Evet bu bir papatyaydi. Ne kadarda guzeldi.. "Bizim gezegende de olabilseydi keske.. '' diye aklimdan gecirirken iceriye iki tane cocuk girdi. Cocuklar kuzine sobanin etrafinda kovboyculuk oynuyorlardi. Birbirlerine "benim atim daha hizli" , "hayir benim atim daha hizli" diye gulerek bagirisiyorlardi. Kucuk cocuk oyuna ara verip "anne radyoyu acar misin " dedi. Kadin radyo denilen kucuk makinanin tusuna basti ve buyuk cocuk "bu dursun, bu dursun Nesat Ertaass" diye sevincle bagiriyordu. Cocuklar sarki esliginde sincaplar gibi oynasirken kucuk cocuk annesine yaklasip "anne karnim cok ac" dedi. Kadinin yuzu biraz daha huzunlenmisti sanki.. Biraz sonra kadin ayaga kalkti, buzdolabini acti. Buzdolabinda hicbir sey yoktu. Kadin dusunceli dusunceli dolaba baktiktan sonra gene koltuga dogru yöneldi fakat bu sefer yuzu pencereye donuk bir sekilde yere oturdu. Yuzune baktigimda gozlerinden yaslar geldigini gordum.. Yiyecek hicbir seyleri yoktu . O an bir annenin caresizligini , kalabaligin icindeki o yalnizligini gordum.. O kadar guzel giyimli, parali insanin arasinda o kadinin yakarislari vardi o an sadece aklimda.. Birden insanlik bu mu diye dusundum. Artik orada durmak istemedim. Gemiye kendi gezegenime tekrar gitmek icin bindim ve giderken dilimde tek bir cumle vardi " Buyuk sehrin kucuk insanlari.."
Denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek. Sincabın gözlerindeki masumluk ve Fatih Sultan Mehmet'in yüreğindeki cesaretle açtı birden gözlerini, doğruldu oturduğu yerden ve yaktı tüm anılarını kuzine sobanın kor ateşinde. Yandıkça soğudu yüreği genç kovboyun, yanan anılarıyla yüreğindeki ılık boşluğu hissetti, bozdolabından yeni çıkmış koca bir sütü kafaya dikmiş gibi ferahlamıştı. Yanan anıları değildi sanki tüm 'iyi ki' leriydi. Papatya fallarına inanmayan bir kadını yüreğinde daha fazla barındıramazdı. Zaten her şey bir ihtimalle başlamıyor muydu? seviyor-sevmiyor... Neşat Ertaş'ın sözleri geldi sonra aklına 'denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek' sonra attı kendini uzay gemisinden boşluğa, içindeki ılıklığı daha fazla hissetmek istiyordu, tadına varmıştı bikere özgürlüğün. Sonra bir ürperti hissetti, uyanmıştı, papatya fallarına inanmayan genç kadının saçlarını hissetti göğsünde, boğazı düğümlendi, az önce öldürmüştü onu tekrar yaşatmaya göz yumamazdı. Ve çıkıp gitti sabahın kör saatinde, ait olmadığı yere bir daha asla dönmedi, ait olduğu yere asla gidemeyeceğini bile bile...
o gün evde radyodan neşet ertaş dinliyorum dışarıya çıkıp uzanıyorum yanıma bi sinca gelip beni rahatsız ediyor ve ben yeriimi değiştirmek için ayağa kalkıyorum o saniye o uzay gemisini görüyorum uzay gemisinde çıkan uzaylılarla tanışıyorum ve onların zamanda yolculuk yapabildiklerini anlıyorum hemen gemiye binip beni geçmişe götürmelerini diliyorum gemiye bir biniyorum o da ne koskoca teknoloji devrimi uzay gemisi kuzine sobayla ısınıyor beni götürüyolar geçmişe dışar çıkıyorum o saniye gördüğüm şey önümde papatyaları koklayan fatih sultan mehmet...
Tarih 29 Mayıs 1453 yılını gösterirken İstanbul'a papatyalar gibi bembeyaz ordusuyla Sultan Mehmet adında bir komutan girdi, ordusu da kendisi gibi bembeyazdı. Fatih ünvanını aldı ve bundan sonraki adı Fatih Sultan Mehmet oldu. Diyordu Muhabir. Biz ise eşimle Kuzine sobamızı temizlemenin derdindeydik zira kıştan çıkmıştık ve eşimle buzdolabı temizliği de yapmalıydık. Oğlum bahçede sazıyla Neşet Ertaş'tan Gönül dağını çalarken, Kızım atını kovboylar gibi dağlara sürüyordu. Yazın ilk güneşleriydi ve ağaçta sincaplar birbirleriyle oynaşıyorlardı. Oğlum bilim ve teknik dergisini okumayı severdi, bir dergisinin üzerinde uzay gemisi vardı ve eşime işaret ettim belki biz görmeyeceğiz ama bir gün onlara binip mutlaka bu dünyadan hicret edeceğiz o da bana çok konuşma der gibi kuzine sobayı gösterdi :)
Hikayeyi yaklaşık 20 dk yazdım hayel gucume gucume dayanarak insallah beyenirsiniz Kovboy Hikayeleri Yıllar önce eski zamanlar da dilden dile dolasan anlatılan bir hikaye varmış herkezin merakla dinlediği dinliyincede şaşırdıgı bir hikaye bir zamanlar cok uzak da yasayan bir kovboy varmış birgun bu kovboy gece uykusunda dalarken etrafında parlayan bir ışık görmüş bu ışık göz alıcı ve parıltısıyla kendisine hayran bırakıyormuş kovboy bu ışık kendisinin o kadr dikkatını cekmiş ki bakmak için ayaga kalmış ve yanına gitmiş kovboy bu ışıkgın bir demi parcasından geldiği görunce ilk baş da cok şaşırmış ve bunun nasıl oldugunu görmek için dahada yakınlaşmış yakınlaşdıkca bu demir parcası kocamın oluyormuş kovboy merakını yenik duşmuş ve içine girmeye karal vermiş içine girdğinde ise ışıklar artık gözlerini alıcı kadr cok degilmiş kovboy içine dolaşmaya başlamış ve kocaman bir oda gibi bir yer oldugu içine girmiş ve orda yanıp sonen ışıklar oldugunu fark etmiş ve orlara dokundugunda ise bu demir parcası hareket etmiş ve kovboy ilk başda korkmuş ve korkudan bayılmış gözlerini acdıgın da ise hiç tanımadıgı ve daha önce hiç görmediği bir yerde gözlerini acmış ve etrafına bakmış herkez ve hersey ona yabancı geliyormuş kovboy cok kormuş ve yardım istiyebilcegi birisini bulmak için ayaga kalkmış ve yurumeye başlamış ileride elince papatlara dolu bir cocuk varmış kovboy o cocougu dikkatını cekmiş ve ondan yardım istiyebilirim diyelerek yanına gitmiş ve cocuga sormuş - burası neresi cocuk ilk başda ilgilenmemiş ve hatta kovboydan korkmuş kovboy kendisinden korkdugunu fartetmiş ve ona demişki - hepsini alıyorum cocuk ilk başda şaşırmış ve inanmamış ama kovboy elindeki artın kesesini cocuga uzatmış ve cocuk mutlu olmuş elindeki butun papatyalrı satdıgı için ve onları na vermek için hazırlagında kovboy - onlar sende kalsın sen sadece bna yardım et demiş cocuk kobul etmiş ve kovboy sormuş - burası neresi demiş cocuk - burası fatih sultan mehmet sultanlıgındasın demiş ve onu evinden misalfil etmek için evine götulmuş kovboy cok üşüdüğünü ve miydesini kç saatdır birsey girmediği söylemk ve cocuk hemn buzdolabında nevarsa kovboya ikram etmiş kovboy karnını doyuldukca etrafa bakmaya başlamış evde evcil sincap oldugu fartetmiş ve onu sevmek için yanına gimiş ve onu severken uykuya darmış ve uyandıgında ise ev bomboşmuş kovboy ve cocugu aramak için dışalıya cıkmış ve duvar kenarında cocukla konuşan bir kişi görmüş ve yanlarına gitmiş o yakınlaşdıkca adam uzaklaşmış ve cocuga kim oldugunu sormuş cocuk neşart erdaş dı demiş ve kendisini buraya getilen demir parcasını yerini bildiğini söylemiş demir parcasının yanıda gitmişler ve kovboy cocuga yardımları için tşkr etmiş ve ona artın kesesi vermiş ve vedalaşmışlar ve kovboy demir parcasının içine girmiş ve ordan uzaklaşmış ve yasadıgı yere sonunda ulaşmış bu yasadıkları anıları ise dillerden dile anlatırmaya devam edilmiş yıllar boyu herkz bunun nasıl oldugunu anlamayamamış .
Annem arada sırada benim doğduğum günü, o gün yaşanan olayları anlatırdı bana. Ben de büyük bi merakla dinlerdim. Yakın zamanda ölümüyle büyük üzüntü yaşadığım halk ozanı Neşet Ertaş'ın doğduğu ve o yılki vedasıyla yürekleri sızlatan Ata'mızın vefat ettiği yıl doğmuşum ben. Yıllardır torunlarıma ve onların çocuklarına anlattığım, ilerde belki onların da uzay gemileriyle uzaya gitmenin sıklaşacağı zamanlarda torunlarına ve tanıdıklarına anlatacağı bu hikayeyi bir de size anlatayım. 1938 yazında Çanakkale'nin Akçalı köyünde dünyaya geldim. Evimiz 2 katlı bir kulübe gibi görünüyormuş, yerler kahrengi tahta parçalarıyla kaplıymış, bir de tahta merdiven varmış. Kışları patates közleyip kestane pişirdiğimiz, hafif eskimiş kuzine sobamız ve ikili sedirimiz salonda en göze çarpanlarmış. Yazın en sıcak günleriymiş o sıralar. Annemle babam sıcaktan dolayı soğuk su içmek ve serin yiyecekler yemek isteseler de buzdolamız bozuk olduğu için bu isteklerini karşılayamıyorlarmış. İşte böyle günlerde, günlerden 19 Haziran'da annem bir kovboy filmi izlerken babam işten dönmüş ve annemin kulağıyla saçlarının arasına doğru bir papatya destesi iliştirmiş. Annem polenlere alerjisi sebebiyle (o zamanlar ajelerjisi olduğunun farkında değilmiş) öksürmeye, boğazına bir şeylerin battığını hissetmeye başlamış. Yine de sofrayı kurmak için kendini zorlayıp mutfağa doğru yürümüş. Pişirdiği tarhana çorbasıyla dolu düdüklü tencereyi almasıyla yere düşürmesi bir olmuş, çünkü o öksürüklerinin arasında ani bir sancı hissetmiş. Babam koşarak gelmiş, annem acı içinde kıvranırken. Bir yandan öksürmesi devam edip kızarmaya başlıyorken sancıyla kıvrılıp, çorbanın sıcaklığını tüm vücudunda hissediyormuş. Babam da paniğe kapılmış tabi. Ama hemen bir ebe çağırmayı ihmal etmemiş. Ebe geldiğinde annemin daha şiddetli ıkınması gerektiğini ama sancı dışında başka acılar ve yanma hissetiği için bunu yapamadığını söylemiş. Saatler sonra babam bi karartı fark etmiş ama ne olduğunu tam seçememiş. Bi kaç dakika sonra o karartı annemin gözüne hem de gözünün dibine ilişmiş. Az önce babam tarafından seçilemeyen o karartı büyük, kahverengi ve annemin ölümüne korktuğu hayvan yani sicapmış. Evimizin zeminindeki tahtaların boşluklarından gelmiş olsa gerek. Annemin görmesiyle upuzun ve bayağı sesli bir çığlık atması bir olmuş o çığlık başka acılarının unutturduğundan doğuma yaramış bu unutma ve ben dünyaya gelmişim. Annem, babam ve ebe herkes şoklar içindeymiş. Köyde dilden dile dolanmaya başlamış. Annem doğumda çektiği sıkıntıların benzerini ilerde benim çekmememi ve tıpkı Fatih Sultan Mehmet gibi önemli başarılara imza attığımı görmek isteyip adımı Fatih koymuş. Annemin dediği başarıya gelecek olursak.. Şu an, kazandığım yarışma sonucu türkiyeden uzaya gidecek benim gibi diğer bilim insanlarıyla, ilk türk keşif topluğuyla birlikte kalkış alanına gidecek otobüste yol almaktayız. Görüşürüz güzel insanlar.
Bir uzay gemisi Kacirip dünyayi terk ediyorum. Uzay gemisinde son yes Calan sarki Yasin Keles & Neset Ertactan Gönül Dagi. Bu hizda ne dert kalir, nede tasa. Dünyadan uzaklastikca aklimda olan bütün düsünceler bir bir ucup gidiyor. Kim tutar beni uzayi fetetmeye gidiyorum tibki Fatih Sultan Mehmetin Istanbulu fetheti gibi. Yanimda ordu olarak bir sincap var. Cicekleri cok sevdigimden dolayi yanima Papatya Cicegini aldim. Papatyanin anlami temiz bir kalbtir derler dünyada. Belki uzaydakiler dilimi anlamaya bilirler ama Papatyanin güzeligine karsi koyamazlar sanirim. Uzay gemisinde kuzine sobasi bulunmadigindan dolayi yanima bütün dolabimda olan ceketlerimi aldim. En önemlisi Eger bir düsman bir orduya raslarsam buzdolapimda bolca dondurma bulunmakta, uzay dilince misafir perverlikten anlarlar herhalde. Sonucta kovboylar gibi saldiriya gececek degilim. Anlayacaginiza göre yolculugum icin herseyi düsündüm ve yolcu yollunda gerek. Calmis oldugum uzay gemisi icin dünyaya geri döndügümde hesap veririm. Tabiki Eger yollu bulabilirsem.
çekiştiryordu annesinin eteğini aneaaa hadiiiii geç kaldıkkk.. .Neşet Bebek olarak dünyaya geldiği bu küçük ormandan ayrılık vakti gelmişti o da artık tüm büyükleri gibi kurumuş olgunlaşmış ve bir yangının içinde kül olmasının vakti gelmişti. İnsanların mutlulukla geçirdiği anlarda pikniklerde gezilerde bir dayanak olmaktan neşet baba olmaya terfi edecekti yanacaktı artık. Yanık yanık söyleyecekti tüm sözlerini. İlk günüydü köklerinden ayrı önce bi derin acı hissetti Oduncu Mehmet ayırdı gövdesini ikiye ayrıldığında. Oduncu Mehmetten fazlası idi o artık Gönlünün Fatihi, Sultanı Mehmetti vuslata ermede bi yardımcıydı o. Baltanın gövdesiyle buluştuğu acıdan başka tek acısı vardı, komşusu papatya ve yoldaşı sincaptan ayrılmak gayrisi mühim değildi. Derken at sesleri duyuldu ve bir kovboy sanırım adı Gandi yüklendi tüm odunları kime niye kime kısmet dedi Neşet Gandinin heybesinde bir kulubeye girdi. Orda erdi vuslata kuzine sobasında yanfı ilk kez neşet etti Neşet Ertaşa Neşet babaya dile geldi tüm uzuvları, üretti üretti yandıkça yandıkça daha daha ve daha tam ağzının tadı ile yanık türkülerine bir yenisini ekleyecek alışmıştı ateşe acıya ayrılmaz parçası olmuştu kuzinr ki bacadan uzay gemisi girdi birden tam evin ortasına bir anda peyda olan bu gemi(noel de değildi üstelik) aldı onu ve uzaklara çok uzaklara başka duyguların başka hayatların ortasına bıraktı birden. Bu gezegenin iklimi de yanması da başkaydı çok soğuktu burası evet bir buzdolabıydı artık sıcakdan değil tenindeki her zerre soğuktan yanıyordu kül oluyordu ve dedi neşet baba nerde olduğunun önemi yok ister kuzinede ister simens buzdolabında ister köklerinden kopamadığın ormanında bul kendi bağrın yanık olsun yeter.... Elindeki malzemlerin önemi yok yapacağın yemek için... oluşturacağın hikayede kelimelerinin önemi olmadığı gibi... hisset keşfet şükret ve üret bunlar yeter artar bile... sevgiyle kalın güzel insanlar ^^
Neşet Ertaş misalidir aşk ; gönül dağı yağmurlarının sulayıp büyüttüğü papatyalardır.Kimisi seviyor,kimisi sevmiyor.İstanbul’u sevdiğin gibi seveceksin karşılıksız olacak bu yüzden fethetmedi mi Fatih Sultan Mehmed. Sadece güzelliğiyle yetineceksin, deniziyle mavisine aşık olacaksın.Buzdolabı yerleştirir gibi yerleştireceksin her bir Harika yerlerini..Belki Topkapı, belki Eyüp Sultan.. Eski masallarda anlatılan kuzine sobalı evlerde çocuk olup, hayal kurmak büyümek istersin.. o masallardaki sevimli hayvanlar Sincap , tavşan , kedi hepsi senin küçük dostların olur..Büyüdükçe o masalları küçümser daha çok macera dolu hayatı seçersin. Masallarda olan prens sana kovboy olarak görünür..küçük Bahçeli evlerde yaşamak yerine Uzay Gemisi kaptanı olmayı tercih edersin. Öyle olmaz mı hep yaşadığımız hayatı bir masala sığdırırız..
*HİÇ DURMAYAN DÜNYA! AH ŞU KAFA!* Üşüyordu...Bir yandan da bu karmaşık dünyayı sorguluyordu ...Bazen hissizleşmenin ,hissetmekten daha da huzur verebileceği ihtimalini tartışıyordu kendi aleminde ..Ne garip bir hayat ne kadar gereksiz, acılar , saçmalıklarla doluydu... Hiç bir anlamı yoktu ... Gerçekten böyle bir dünyada mıydı ?.. varmıydı, yokmuydu onu bile bilmiyordu.. Hayır olamazdı .. böyle bir dünyada olmamalıydı..Şuan bir uzay gemisinde beyninin kargaşalarından ve dünyanın gerçeklerinden uzaktaydı o .. Gezegen gezegen geziyordu.. Kendine bir yer arıyordu, daha iyi bir atmosfer , daha huzurlu ... Neşet Ertaş dinleyip ; gönülden gönüle bir yol olduğunun derinliklerine kadar hissedildiği bilindiği hatta görüldüğü evet görüldüğü bir evren arıyordu.... bulacaktı , gösterecekti de ... Sincap oyuncağına sarılıp , kuzine sobasına dalan gözleriyle bugünkü topladığı papatyaların boynu büküklüğünün kendisiyle ne kadar benzediğini hatırlayıverdi birden..Çok güzeldiler fakat çok üzgündüler....Saate baktığında on ikiyi çoktan geçtiğini fark etti..Geriye dönüp baktığında dedesinin gıcırdayan sandalyesinin sesinin kesildiğini anladı... Kovboy filmi izlerken uyuya kalmıştı .. Her gün böyleydi ...Derin bir iç çekiş ile yerinden kalkıp buzdolabına doğru yöneldi bununla birlikte yüzünü buruşturması kaçınılmaz oldu; son kalan sütlacı dedesi mi yemişti yoksa ?? İşte bu hiç hoşuna gitmedi , Buna rağmen dedesinin uykulu haline göz gezdirip muzip bir gülümseme ile televizyonu kapattı...Fatih Sultan Mehmet'in yaşadığı bir dünya, herşeye değer diyerek ; beynindeki depremi bir süreliğine durdurmaya karar verdi... Gözlerini gece karanlığının hissetirdiği huzura bıraktı ... Uykuya ..iyi ki vardı.... Sevgi ve saygı ile ...... ^ -^ ^-^ ^-^ ^-^
Öncelikle bu hikayeyi beynimin iki lobunun da çalışması için sol elimle bir kağıda yazdım. (Normalde sağlağım.) Günlerden bir gün küçük bir evden çığlıklar duyulmuş. “Buldum ,buldumm... “Bu bizim telaşlı bilim adamı sincap vezirin sesiymiş. O dönemin padişahı Fatih farklı gezegenlerde de hayat olduğunu düşünüyormuş ve bundan sadece vezirine bahsetmiş. Çünkü vezir Sincap çok başarılı bir bilim adamıymış. Ve ondan bir uzay gemisi yapmasını istemiş Sultan Mehmet. Ve vezir Sincap en sonunda bunu başarmış. Fatih’e haber göndermiş. O da Sarayın terasına getirmesini ancak kimselerin getirdiği icadı görmemesini tembihlemiş. O da büyükce bir kuzine sobanın içine saklamış icadını. Sincap bütün tetkiklerini tamamlamış ve Fatih’i bindirmişler uzay gemisine. Yanına da bahçesindeki en güzel papatyaları almış gittiği yerde dostuğunu gösterebilmek için. Fatih gözlerini açtığında çok farklı bir yerde uyanmış ancak burası dünyaya çok benziyormuş. Vezir sincap uzay gemisi diye yaptığı aslında bir zaman gemisiymiş. Sene 2000lerin başlarıymış. Ve biraz gezinmiş bir adamla karşılaşmış adam bir şarkı yazmak istiyormuş kovboylarla ilgili bir şey düşünüyormuş ve kafasını kaldırdığında Fatihi görmüş. Onun kıyafetlerinden kaçık olduğunu düşünmüş. Fatih adamla konuşmaya çalışmış ancak farklı bir lehçede konuşuyormuş adam Fatih ona dostluğunun göstergesi olarak papatyalar vermiş adamsa onu kovmaya çalışıyormuş Papatyaları görünce irkilmiş ve dostlukla papatyalarla ilgili bir şarkı yazmış Ve bu şarkısıyla adını duyurmuş bugünün Neşat Ertaşı olmuş. Fatih de bu sırada geri dönmesi gerektiğini anlamış ve icadın yanına dönmüş. Ancak icat yerine bir buzdolabı varmış. Çünkü icat sürekli şekil değiştiriyormuş ve Fatih tekrar kendi zamnına dönmüş.
Garajıma parkettigim uzay gemisini kaptıgım gibi yola çıktım. Yolun biraz ilerisinde Neşet babaya rastladım. Neşet Ertaş..Yine dertliydi. “Ah yalan dünya”dedi her zamanki gibi. Ben de dünyadan sıkıldıysan başka bir gezegene gidelim o zaman araç müsait dedim. Olur dedi. Atladı araca. Biraz yol aldık. Baktım hiç konuşmuyor. Ben bir konu açıyim o zaman dedim. Aklıma bir şey de gelmiyordu. Sonra bir an İstanbulda Fatih sultan mehmetten sonra çok bozuldu dedim. Neşet baba hafif tebessüm etti. Ama yine de suskunlugunu bozmadı.Yavaş yavaş dünyadan uzaklaşıyorduk. Uzun süren suskunluk beni yine rahatsız etmeye başlamıştı. Neşet baba dedim nedir seni böyle susturan. “Yalan dünya yalandan yüzüme gülen dünya” dedi. Ben de kendisine muzip bir tavırla baba dünyadan bu kadar şikayet ediyorsun ama gittigimiz gezegende burda buldugumuz bazı şeyleri de bulamayabiliriz belki dedim. Neyki bu dünyayı vazgeçilmez kılan dedi. Soguk bir kış akşamında ailecek kuzine sobanın etrafında toplanmak,papatyalar koparıp sevdiceğine vermek ya da bir ormanda cevizinin peşinden koşan sincapları izlemek dedim. Yine tebessüm etti. Baba dedim belki gittigimiz gezegen bundan daha sahicidir daha barış doludur. Belki de birbirine ateş etmek için fırsat kollayan kovboyların olmadıgı bir dünyadır. Dünya degildir gerçi de. Artık dünyadan gitgide uzaklaşmıştık. Yoldaki tabelalardan anlıyordum bunu. Başka bir gezegenin girişine en nihayetinde ulaşmıştık. Tam girmek üzereyken Neşet baba aniden doğruldu ve kendisinde ilk kez hissettigim çocuksu bir heyecanla bir şeyi kullanmayı unuttun evlat dedi.Ne dedigini anlayamamıştım. Uzay gemisi kullanıyorum ya baba daha ne kullanıyim dedim. Hayır öyle degil dedi. Ya nasıl dedim. Aracı durdurmamı istedi. Kontagı kapattım el frenini çektim. Çekmeseydim uzay boşlugundan aşagı dogru kayabilirdik. Her zaman dikkatli bir şöför olmuşumdur. Neyse Neşet baba camları açmamı istedi. Zira söyledigi şey karşısında daha çok oksijene ihtiyacım oldugunu düşünmüştü herhalde. Hızlıca açtım. Baba söyle artık korkmaya başlıyorum dedim. O da gayet sakin ve karizmatik bir edayla buzdolabı dedi. Anlayamadım. Onu da kullanmalıydın eksik oldu dedi. Daha sonra hiç bir şey olmamışçasına haydi çalıştır devam edelim dedi. Gerçekten hiçbir şey anlamamıştım. Bu gereksiz aksiyonu neden yaşamıştık. Ama elbet neşet babanın bir bildigi vardı diye düşünüp ses etmedim.Kontağı tekrardan çalıştırdım ve usulca yeni gezegenimize dogru hareket ettik...
Sevimli Yaratıcı Sincap Hayata olan bakış açımız kimine göre delice kimine göre zekice olabilir. İnsanlar ne der diye bakış açımızı şekillendirirsek kendi düşüncelerimizi değil başkalarının düşüncelerini hayata geçirmiş oluruz ve hiçbir zaman kendimiz olamayız. Kendi bakış açısını bulan Fatih Sultan Mehmet'e “Deli misin gemiler nasıl karadan gider.” dediler İstanbul'u fethetti. Neşet Ertaş'a “Köçek misin erkek dediğin nasıl zil takıp oynar.” dediler saz ustası oldu. Bizlerde düşüncelerimizi kendi bakış açımızla yoğurmalıyız ki içimizden bir sincap çıksın. Evet evet doğru duydunuz. Öyle çok büyük hayaller kurmayın sevimli bir sincap olmak da hiç fena değil. Yeter ki kendiniz olun. Ancak o zaman yaratıcılığınız konuşabilir. Ya da içinizde ki o minnak sincap dile gelir. Bırakın düşünceleriniz biraz aptallaşsın. Korkmayın uzay gemisinde değilsiniz ayaklarınız bu gezegende o bilindik yerde… Mevsimlerden kış ve sen bu soğuk kış ayında kuzine sobasının tam da karşısında oturuyorsun. Kovboyların Hayata Bakışı adlı kitabını eline almışsın. Buzdolabının çıkarttığı sese aldırış bile etmeden kitabın arasındaki kurumuş papatyaya gülümseyip ayaklarının ısındığını hissediyorsun. Sevimli ve yaratıcı bir sincap olarak hayata kendi çizdiğin yoldan ilerlemen dileğiyle…
Kovboy şapkası takan sincap, neşet ertaşla oturmuş kuzine soba başında tek atıyordu. Elbet dertliydi Neşet baba, ülkenin haline dert yanıyordu. Bu dünyadan kaçmalı Sincap kardeş, anlamıyorlar bizi dedi. Sincap şapkasını çıkartıp kenara koydu, ciddi gözlerle neşet babaya baktı. gerçekten gitmek istiyormusun? Neşet baba iç çekerek, keşke, dedi. Sincap Neşet babaya el vererek ayağa kalktı. Gel benimle Nereye gidiyoruz bu kışta dışarısı buzdolabı gibi mübarek Papatya bahçemi göstermeye, diyerek sırıttı sicap. Çakırkeyif oldun ha, bu kışta papatyalar olur mu Sincap kardeş. Sincap, benimle konuştuğunu inanıyorsunda papatya bahçeme mi inanmıyorsun Neşet Baba, dedi. Neşet baba gülerek haklısın diyip Sincabı takip etmeye başladı. Dışarızı buz gibiydi, kollarını birbirine doladı, az gittikten sonra ne görsün bir de papatya bahçesi. Gözlerini ovuşturdu gerçekten varmış dedi. Sincap gülerek bu da bir şey mi dedi. Diğerlerine oranlar daha büyük olan papatyayı göstererek yaklaş dedi. Daha önce bu kadar büyük bir papatya görmemiştim. Çünkü o bir papatya değil dedi Sincap. Bu Fatih Sultan Mehmetin çizdiği bir uzay gemisi, tarihe meraklıyımdır, devlet arşivlerine girdiğimde keşfettim. Benim boyutlarımda bir alana sıkışmış. Hah bir de ilaçlama yapıyorlar, ben olmasam bulamazlardı oraya ama az daha canımdan oluyordum. Sincap kardeş Sanan inanmıyorum diyemiyorum, aslında her şey hayal gibi. Bırak, düşünme Neşet baba haydi gidelim. Sincap papatyanın ortasına dokundu ve papatya bir anda boyutunun sekiz katına çıktı, artık kocaman bir uzay gemisi olmuştu. Neşet Babayla birlikte bindiler gemiye ve yol almaya başladılar. En sonunda sadece paptyalardan oluşan bir gezegene vardılar. Papatya gezegenine... O gezegende yalnız değildiler, onlar gibi sorunlardan kaçmak isteyen pek çok insan vardı huzur mutluluk ve aşk dolu yaşayan........,
Bilinçsiz Zaman. Sabah esen rüzgarın tenimi uyuşturduğu bir anda,perdeden içeri sızan güneş bedenimde gezinip ışığını yansıtırken odama,kalktım sahile gittim. Büyük bir papatya tarlasından geçtim. Sahile gittiğimde herkes kumların üzerine uzay gemilerini park etmekle meşguldü. Arabalar neredeydi? Aylardan hangi ay,hangi yıldaydık? Hiçbir yerde takvim yoktu. Dehşete kapıldım. Etrafta neşet ertaş türküleri söyleyen robotlar vardı. Uzay çağında mıydım?Uzaydaki bir sahil kasabasında mıydım? Sahilden koşarak ana caddeyi bulmaya çalıştım. Alışkın olduğum düzen bir anda ayaklarımın altından çekilmiş gibiydi. Caddeler kayıp,takvimler bir katil,yollar karanlık bir tüneldi şimdi. Caddeler,ağır hareketlerle geriye doğru yıkıldı şehrin içine. Birden bir ormanın içine düştüm. Karanlık bir kuyunun tepesinden. Ormanda güneş ışıl ışıl,ağaçlar özgür ve takım elbiseliydi. Geldiğim dünyada bende öyleydim,özgür ama bir kafesin içinde. Özümden,dünümden uzak bir kafeste. Geldiğim dünyayı artık robotlar yönetiyordu. Çocuklar bayram şekeri değil,internet şifresi soruyorlardı. Geldiğim dünyada insanlar kuzine sobadaki patates közlemelerinin,kızartılmış ekmek üzerine sürülen tereyağının,kestanelerin tadını bilmiyorlardı. Geldiğim dünyada da insanlar ağaçlara takım elbise giydirip onları kafese sokuyorlardı. Ormanda sincaplar,fındıktan kayıklara binmiş nehirde dolaşıyorlardı. Bir kelebeğe dokundum. Kelebeğin kanatlarından simler döküldü ve kendimi birden kovboy kasabasında buldum. Zamanda yolculuk yapıyor gibiydim. Kovboyların arasında Fatih Sultan Mehmet’i gördüm.Uzun saçları,ispanyol paça yüksek bel pantolonuyla onu gördüm. Deliriyor olmalıydım. Zihnimin trafiği karışmıştı. Benim dünyam hangisiydi ? Uzay çağındaki robot muydum? Amazon ormanındaki kurt çocuk mu? Kovboy kasabasındaki Fatih Sultan Mehmet ben miydim?Derin bir haykırışla uyandım. Soluk alıp verirken saate baktım. Gecenin üç’ü..Uyandığımı bilincim kabullendi. Zihnim susamış büyük bir iştahla.Hemen mutfağa gittim ve buzdolabından soğuk su aldım. Dışarı baktım. Yüksek binalar,ağır kaldırım taşları. Evet,kendi dünyamdaydım...
Haydi bakalım başarılar :))) Bahçede KUZİNE SOBA yakıp içine patates koyup pişmesini bekliyordum. Yanımda kimse olmadığı zamanlarda müzikle iş yapmayı sevenlerden biriyim, NEŞET ERTAŞTAN “Yalan Dünya” şarkısını açmış etrafı izliyorum. Doğanın evrenle iş birliği yapıp nasıl bu kadar fedakar olduğunu düşündüm bi an. İçimizde bir istek oluşurken onun evrende oluşup, tabiatla ne kadar büyük bir iş birliği yaptığı geldi aklıma; bunlar için çaba harcıyorlar mıydı acaba ? Topraktan bir PAPATYA’yı çıkartan doğa, bunun için nasıl bir enerji harcayabilirdi ki ? Eski çağlardan bu yana tabiatı düşündükçe gerçekten insanoğluna karşı çok cömert olduğunu fark edebiliyor bu toprak beden.. Dinozorlardan, taş çağına, oradan doğuya ve batı dünyasına, KOVBOY çağlarına ve Osmanlıya.. Hep insan için evrenle iş birliği yapan tabiat anamız. Kafayı yukarı kaldırıp düşündüğünde ne kadar imkansız olduğunu anlamaya çalışsan da düzen böyle ve herkese yetercesine. Küçücük bir SİNCAPtan bilinçli insan evladına kadar herkesin rızıklandığı bu anaya karşı kendi türümüzün oldukça bencil olduğunu düşündüm. Çoğumuz bunu düşünsekte düşünmesekte bu düzenin böyle gideceği aşikardı çünkü doğa bu sefer uzay çağına şahid oluyordu. Zannediyorum ki en yorgun zamanlarını şu an bizimle yaşıyor olmalı... Motorlardan, arabalardan, petrollerden ve benzinlerden çektiği halde bize halen küsmeyen dünyanın sıradaki imtihanı; roketler, füzeler ve belki de UZAY GEMİLERİ olacaktı. Çok distopik mi düşünüyorum acaba derken, kuzineden patates kokuları gelmeye başladı ve bir an düşüncelerim gerçekliğe döndü. İçeri girip tepsi ve BUZDOLABINDAN henüz çıkardığım elmalı sodayı alarak tekrar bahçeye geçtim. Karnım doyduktan sonra hamağa yatıp düşünecektim.. Çünkü buna ihtiyacım vardı; ne zaman bir insana bir planımı açsam rızıklanmamı istemiyormuş gibi hissediyordum. Güvenemedim kimseye, zaten hep bu zamanlarda da rahmetli FATİH SULTAN MEHMET’in o sözü çınlar kulaklarımda; “Yapacaklarımı sakalımın bir teli dahi bilse, o teli koparır atarım..” İşte yine kendimle başbaşa kaldım. Yalnızlığın dayanılmaz hafifliği; sadece kendim ve ben.... Yusuf Cihan
Hayale Aldandım Deveye sormuşlar dünyaya gelseydin bir kez daha ne olmak isterdin diye deve ne demiş biliyor musunuz? hayıır hayıır sincap dememiş. Neden başka birşey olmak isteyim ki demiş. Oysa bana sorsalar Çok eski zamanlarda bir padişah kızı olmak isterdim. o mükemmel kabarık elbiseleri giymek için sırf. Belki Fatih sultan mehmetin İstanbulu nasıl fethettiğini izler İstanbula gelip papatyalar arasında serçelerle şarkı söylerdim. Ya da prensesler gibi yaşamak yerine bir kovboy şapkası takıp atımı dağlara süren yeri yurdu belli olmayan bir kız olmak isterdim kim bilir. Gerçi ne farkeder değil mi? Beni burdan gelip alıp uzaya zaman bükülmesine götürecek bir uzay gemisi daha üretilmedi sonuçta. Ben buzdolabı fiyatlarına bakan bir yandan popüler kültüre lanet yağdıran köyünü kuzine sobasında güğümde su ısıtmayı özleyen bir köy kızından ibaretim. Asıl soru şu? Bizim deve neden başka bir şey olmak istememiş? Peki biz neden başka biri olmak istiyoruz? Çünkü "Cahildim dünyanın rengine kandım , hayale aldandım boşuna kandım.." - Neşet Ertaş
Buzdolabından alıp bardağa doldurduğu suyu tek nefeste içti Neşet Ertaş. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Ev sessizdi. Alnından boncuk boncuk akan terleri sildi. Bu gece de rüyasında uzay gemisi görmüştü. İçinde, üzgün gözlerle ona bakıp gemiyle yükselen arkadaşını da. Bu rüya her gece onu uyandırıp buzdolabına sürüklüyordu. Yıllar önce tanıştığı o arkadaşı ölmüştü. Rüyasında onu hep uzay gemisiyle yükselirken görüyordu. Balkona çıkıp gökyüzüne baktı. Bulutları ona benzetti. Her bulutta ondan bir şeyler çıkardı. Birinde de o çok sevdiği sincabını... Papatya kokan o eve her gittiğinde kendisinin geldiğini anlayan arkadaşının o sevimli sincabını gördü bulutlarda. İçeri girip kuzine sobanın üzerine topladığı papatyaları dizmeye başladı. O ev gibi güzel papatya kokamazdı. Neşet'in evindeki acı koku da ölümün acı kokusuydu. Minik evin her tarafını sardı koku. Sakinleşti, rüyanın etkisinden kurtuldu. Küçükken kovboy olmak isterdi. Arkadaşıyla tahtadan atlarına binip sabahtan akşama kadar oynarlardı. Kovboy şapkasını, püsküllü yeleğini giyip yavaşça mezarlığa yürüdü. Ziyaret günü. Oturdu. Gökyüzünde sincap gördü, papatya kokusu aldı, yıldırım düştü. Mezar taşında Fatih Sultan Mehmet... Yanında derin bir çukur. Neşet öldü. Elektrikler kesildi, dolaptaki su ısındı. Zaten artık kötü rüyalar yoktu. Kötü rüyalardan uyanıp buzdolabındaki suyu içecek biri de... (Bir yazıya başlangıç her zaman benim için zor olmuştur. Bu sefer kafamdan türlü şeyler geçti ama böyle başladım. Sonrası... Kalemime ne gelirse yazdım. Benim için önemli olan şeyleri de kattım. Eh, burada kalsın.)
Hareket edemiyorum ama bedenimdeki her noktayı daha önce hiç olmadığı kadar canlı hissediyorum. Göz kapaklarım ise artık açılmayacak. Çünkü Fatih Sultan Mehmetle bir ferman imzaladı az önce. Sonsuz, karanlık bir zindanda her şeyi görebilmek için... Evet tahmin ettiğiniz gibi ölüyorum. Fakat sizinle paylaşacağım bir sırrım ve son bir isteğim var. Nuh’un Gemisi’ni buldum. Onu bir uzay gemisine dönüştürdüm. Çünkü artık ne kaybolunası bir mavilik ne de barınılası bir Dünya kaldı. Yaşam, umut tükendi. Buz devri başladı ve hiç kimse bunun farkında deyil çünkü insanoğlu artık tipideki kar tanelerinin zerreleri. Bu evrimleşme gerçekleşmeden önce, bir sincap karı yemeğini bulmak için kazarken ben de tipi oluşmadan önceki fırtınada kar tanelerini yakalayıp kuzine sobamda eritiyordum ama nafile. Değişim her insanı yakalayıp sarmıştı. Değişmeyen ve farklı olduğu için artık hor görülen bendim. İşte bu yüzden Nuh’un Gemisi’ni uzay gemisine dönüştürdüm. Bunu okuyan ve eriyip papatyaların, menekşelerin, yeni yaşamın öz suyu olmak isteyen küçük kar zerresi senden isteğim kalplerini buzdolabında saklayan her insanı bu gemiyle Mars’ a götürmen ancak o zaman buzullarla kaplı kalpleri çözünebilir. Beni ise ninemin seyehat ederken, içine küçük bir matara ve kovboy şapkasını taşımak için kullandığı büyük siyah çöp poşetiyle Ay’a gönder. Belki o zaman yanan kalbim buz tutmaya başlar. Zamanım tükendi. Tipi bir şarkı söylüyor. Elbette bu şarkı Neşet Ertaş’ın şarkısı. Çünkü bu ünlü ozanın hakkında tek bildikleri o şarkı. Şşşt benim ne bildiğimi sorma. Ah şu yalan dünya...
Özlenen Aile "Yatağında bir sağa bir sola dönen Yiğitin gözleri kapının tam karşısındaki pencereye takıldı. Elleriyle gözlerini ovuşturarak açmaya çalıştı. Biraz ovuşturduktan sonra dışarıda lapa lapa yağan karın verdiği heyecanla şaşkın saşkın oturan Yiğit yatağından bir çırpıda zıplayarak pencereyi açtı. Ellerini dışarı uzatarak bir miktar karın eline düşmesini bekledi. Bir yandan eline düşen karın erime esnasında verdiği soğukluğu hissederken bir yandan da karın ağaçların üzerine düşüşünü izliyordu . Daha sonra içeriden gelen mis kokulu mayalı kömbenin tadını damağında hisseden yiğit pencereyi kapamadan ' Emine Sultan' 'Emine Sultan' diye seslenmeye başladı. Evin hanımı 'Emine Sultan' kuzineli sobanın bir gözünde pişirdiği mayalı kombeyi çıkarmış mutfağa giderken Yiğite "Dikkat et elimde sıcak tepsi var " diye seslendi. Annesinin ikazını duyan Yiğit yavaşladı, durdu ve oturma odasına bir kaç adım atarak girdi. Babasının her haftasonu televizyonda verilen Kovboy filmini izlediğini gördü ve koşarak babasının kolları arasına sıvıştı. Bir süre devam ettikten sonra elini yüzünü yıkamak için kapıya yöneldi. Koridorun sonunda beliren ablasına 'Günaydın Tavşan ' dedi. Ablası her sabah olduğu gibi bu sabah da elllerini Yiğitin kıvırcık saçlarında dolaştırdıktan sonra "Günaydın Sincap" diyerek mutfağa geçti. Annesinin buzdolabından kahvaltılıkları çıkardığını gören Leyla "Günaydın Emine Sultan" diyerek annesinin yanağına ufacık bir öpücük kondurdu. Aradan geçen bir saat içinde ailecek kahvaltı yapılmış Ömer Bey terzi dükkanını açmak üzere yola koyulmuştu. Leyla ise moderatörlüğünü yapacağı 'Halil İnalcık ile İstanbul Fethi ve Fatih Sultan Mehmet' adlı söyleşi için evden çıkmıştı. Evin hanımı 'Emine Sultan' kış için ayırdığı papatya çayını sobanın üzerine koymuş, Büyük Dedesinden kalma gramafona Neşet Ertaş'tan 'Yazımı Kısa Çevirdin' şarkısını takmıştı. İşlerine koyulmadan önce dinlenmek için çayın demlenmesini bekliyordu. Evin sessizliğini fırsat bilen Yiğit, ablası Leyla'nin okuması için aldığı dergileri yatağına bağdaş kurarak karıştırmaya başladı. En üstteki derginin kapağındaki kocaman yazı ile yazılmış cümle gözüne ilişti. "2050 yılında Uzay Gemisi ile Kara Deliğe Yolculuk" yazıyordu. Sayfaları üçer beşer atlayarak derginin tam ortasında bulunan sayfa 46'yı açtı..." "Sürç-ü Lisan Ettiysem Affola."
Uzun zamandır hikaye yazmamıştım bu etkinlik oldukça iyi geldi. Umarım okurken keyif alırsınız:)
Gökyüzünden yağan elmas misali karlarla kaplanmıştı heryer. Kış mevsimiydi, hava oldukça soğuktu. Yaşlı kitap, yine erkenden uyanmış, sokağı seyrediyordu. Bulunduğu rafa dönerek "Şu sokağa ne kadar da çok benziyorsun" dedi tozlandığını kastederek. Haklıydı, uzun süredir kimse o raflara bakmamış, yaşlı kitabın sayfalarını açmamıştı. Derin bir iç çekti kitap. Sayfalarının arasındaki kuru papatya çiçeğine daha sıkı sarıldı. Bu çiçeği oraya yıllar önce şirin bir kız koymuştu. Başında bir kovboy şapkası vardı, kitapçıya Fatih Sultan Mehmet'i anlatan bir kitap istediğini söylemişti. Kitapçı onu rafından indirip kıza vermişti. Kız onu evine götürüp okumuş, arasına bir papatya çiçeği koyup tekrar kitapçıya götürmüştü. O günden sonra kimse onu okumamış, çiçek de içinde iyice kuruyup incelmişti.
Yaşlı kitabın gözü kitapçıyı aradı birden. Masasında oturmuş ceviz yiyordu. Gülümsedi kitap. Kitapçının gençlik hallerini anımsadı. Yaşlandıkça Neşet Ertaş' a ne kadar da benziyordu öyle! Her sabah, bir sincap gibi fındık, cevizle doldurduğu dolabını açar, kabuklarını bir güzel kırar, içlerini afiyetle yer ve kabuklarını kuzine sobaya atardı.
O sırada kapıdan genç bir çocuk girdi. Yanakları kıpkırmızıydı, belli ki üşümüştü. Kitapçıya başıyla selam verdi, ardından " Dışarısı buzdolabı gibi" dedi gülerek. Kitapçı ceviz kabuklarını sobaya atarken "Hoşgeldin delikanlı, gel şöyle ısınırsın birazdan" dedi. Çocuk ellerini ovuştururken "Ee sever misin kitapları? Nasıl bir kitap arıyorsun?" diye sordu. "Evet kitapları çok seviyorum. Onları uzay gemisine benzetiyorum. Okumaya başlayınca sizi bambaşka dünyalara götürüyor". Kitapçı, bu cevaptan çok hoşlanmıştı. "Fatih Sultan Mehmet' i anlatan bir kitap arıyorum." Kitapçı biraz düşündü ve başından beri onları dinleyen kitabın durduğu rafa yöneldi. Kitap nefesini tutmuş, büyük bir heyecanla bekliyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı, kitapçı onu rafdan alıp çocuğun soğuk ama sevgi dolu ellerine bıraktı. Gözünü açıp çocuğa baktı, çocuk sayfalarına şöyle bir göz gezdirdi ve içindeki papatyayı gördü. Gülümsedi. Kitapçıya yönelip teşekkür etti. Kitabı çantasına koyarken bu uzay gemisine sevgiyle baktı, kitap da yıllar sonra okunacak olmanın verdiği sevinç ve heyecanla onu başka dünyalara çok daha hızlı uçuracaktı.
Hikayeyi yaklaşık 30 dakika gibi bir sürede yazdım tamamen bana aittir kısa ama öz olduğunu düşünüyorum =)
Modern insanın yalnızlığı
Mevsimlerden kış, havada kara bulutlar ve ölüm soğukluğu vardı, Baran kuzine sobasının üstünde kestanelerinin çıtırdaması eşliğinde, bir yandada radyoda çalan Neşet Ertaş`ın ´ah yalan dünya` türküsü ile dışarıyı izliyordu. Sonra birden bire düşündü hayat neydi, amaç neydi ? neden yaşıyorduk ki biz ? Bu gibi düşüncelerle beynini yorarken ağaçtaki sincaplara gözü erişti, bu küçük hayvancıklar bu soğukta dışardaki onca engele rağmen yaşam mücadelesi verirken onun sıcacık evinde halinden şikayet etmesi ne kadar doğru idi ? Zaten hep böyle değilmidir. Biz insanlar her zaman elimizde olanlara sevinip şükretmek yerine asla ulaşamayacağımız şeyler için boşu boşuna isyan edip kendimizi üzeriz.
Radyosunu kapattı, buzdolabına yöneldi bir çoğumuzun yaptığı gibi kapağı açıp içine boş boş baktıktan sonra geri gelip koltuğuna uzanıp televizyonda zap yapmaya başladı. Kovboy filmleri, Fatih Sultan Mehmet`in hayatının anlatıldığı belgesel, uzay gemilerinin yapım aşaması derken kanalları boş boş zaplıyordu. En sonunda müzik kanalında durmaya karar verdi. Kanalda Teoman`dan papatya şarkısı çalıyordu. Klibi izlerken bir an önce yazın gelmesini istiyordu. İnsan zaten hep böyle değil midir.? Kışın havanın soğukluğundan şikayet eder, bir an önce yaz gelsin ister. Yazın ise hava ne kadar sıcak bir anca önce kış gelsede biraz serinlesek derler. Biz insanlar gerçekten çok tuhaf varlıklarız.
Vay be
Güzelllll
Eline emeğine sağlık
👏güzel
Bu iyiydi dostum😅
Fatih Sultan Mehmet Uzay Gemisi, tek kişilik mürettebatıyla Dünya' dan ayrılalı tam sekiz ay oldu. Artık uzayın, hiçbir insanın görmediği kısmındayım. Kovboy diye seslendiğim buzdolabı ve yer çekiminin yokluğunu fırsat bilip kaybolma konusunda dünya değil evren rekoru kıran, sincap lakaplı çoraplarla sohbet etmek en büyük eğlencem. İnsan eşyaya bu kadar değer verir mi demeyin. Dünya'ya dair en çok özlediğim şey, dostlarımla Neşet Ertaş dinlerken kuzine sobanın üzerindeki papatya çayının kaynadığını duymak.
Ayşem 5 yaşında, kocaman meraklı gözleriyle her şeyi sorgulayan çok güzel bir çocuktu. Kendi yaşıtlarına göre biraz anlaşılması güç bile sayılabilirdi. Astronot olmayı ister, bunu herhangi bir yerde duyduğu için değil uzayla ilgili herşeye önüne geçilemez bir merak duyduğu için söylerdi. Odasında oyuncaklarından yaptığı bir uzay gemisi bile vardı.
Okul dışında ki zamanlarda dedesinin köy evine gitmeye bayılırdı. Gıcırdayan ahşap zemine basarken çıkan sesle dahi türlü hayaller kurardı. Dedesi ona her geldiğinde duvarda asılı duran sazını indirip Neşet Ertaş türküleri söylerdi. Önceleri hiç anlamazdı ama artık alışmış hatta seviyordu bile. Dedesi Neşet Ertaş'ın sadece türkülerini değil tüm hayatını biliyor gibi gelirdi bazen. Bir keresinde bir insanı içten duygularla sevmenin çok kıymetli olduğunu, öyle her şeyin her yerde konuşulmayacağını söylemişti. Bir gün Neşet Ertaş'a ilk ne zaman aşık olduğunu sormuşlar oda anlatırken kızın adını ağzından kaçırıvermiş hemen o anda pişman olmuş. "Bunu yazman gurban olam, sevda sırrınan olur." demiş. Şimdi ne dediğimi anlamazsın ama aklının bir köşesine yaz büyüdüğünde beni hatırlayacak ve anlayacaksın demişti. Ayşem elinde bahçeden topladığı papatyalarla oynarken ne dediğini anlamasa da kalkmış öpmüştü dedesini. Koşarak buzdolabından en sevdiğini çikolatalarından birini getirip dedesine uzatmış, senin anlattığın hikayelerin her biri bana hediyeymiş annem öyle söyledi, bu da benim sana hediyem demişti.
Havalar daha sıcak olduğu için kuzine soba yanmıyordu, sırtını sobaya yaslamış otururken okulda öğrendikleri hayvanları düşünüyordu en çok sincapları sevmişti, acaba burda ki ağaçlardan birinde de var mıydı ? O sırada babası eski koltuğa uzanmış kovboy filmi izliyordu. Onların çocukluğunda her pazar kovboy filmleri olurmuş televizyonda, babası da çok severmiş, öyle anlatmıştı.
O gün köyden eve dönene kadar yine bir sürü hayal kurmuştu. Ne kadar büyürse büyüsün bu eve hep gelecekti kendine söz vermişti. Şimdi aradan yıllar geçmiş okulda öğretmenleri Fatih Sultan Mehmet'in tahta çıkışını anlatıyordu. Ama Ayşem bunları zaten biliyordu. Çünkü dedesinin o mis kokulu, zemini gıcırdayan evinde günün birinde bu hikaye de anlatılmıştı. Dedesi artık yanında yoktu ama o her zaman köydeki evlerine gider, dedesinin sazını duvardan indirir, tellerine dokunur, bahçeden topladığı papatları vazoya koyar o eski güzel günleri düşünürdü.
Sevmeyi dedesinden öğrenmişti ve şimdi sevmeyi bildiği her şey için dedesine minnettardı. Esen rüzgarla birlikte bir kez daha özledi onu...
8 yaşındaki çok kitap okuyan oğlumun 5 dakikalık hayalgücü😊 👉Televizyon izliyordum, kovboy filmleri bitmişti. Neşet ertaş şarkıları başlamıştı. Sonra aniden reklama girdi. Ben de reklamdan faydalanarak buzdolabını açıp yemek aramaya başladım. Oturduğumda çok güzel bir reklam vardı. Reklamda nasanın özel uzay gemisiyle uzayda yolculuk yapmak vardı. Sonra hemen çekilişe katıldım. Çekilişi kazandığımı öğrenince havalara uçtum. Uzay gemisine bindiğimde benim gibi iki çocuk daha olduğunu öğrendim. Sonra birisinin Fransız diğerinin de İngiliz olduğunu öğrendim. Uzayda yolculuğumuz başlamıştı, aniden gemide alarm çalmaya başladı. Bin yılda bir oluşan uzay zaman girdabına yakalanmıştık. Aniden kendimi Fatih Sultan Mehmetin İstanbulu fethettiği zamanda buldum. Benim gibi diğer iki çocukla birlikte papatyalarım içine düşmüştük. Sonra ormanda ilerlemeye başladık, çadırlara doğru ilerliyorduk. Bir sincap bize yol göstermeye başladı. Birden kendimizi Fatih Sultan Mehmetin çadırının önünde bulduk. İçerde duman tütüyordu,çünkü içerde kuzine soba varmış. Başında da Fatih Sultan Mehmet vardı. Ona başımızdan geçenleri anlattık, o da bize yardim etmeye karar verdi. Beraber uzay gemisi yapmaya başladık. En sonunda bitirdik. İstanbul fethedilmişti biz de yolculuğa çıkmaya hazırdık. Sonra kendimizi aniden evde bulduk.
İçini bir heyecan sarmıştı, tebessüm etti. Bir şiir onu nerelere götürecekti; dizeler kafasında tekrar ediyordu "Bir sincap gibi mesela... yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden.." sonunda hayal ettiği yolculuğa çıkacaktı. 3 aydır bunun için birçok işte çalışmıştı. Kafasını çevirdi, kuzine soba gözüne çarptı.Onun önünde arkadaşlarıyla sohbetleri gözünde canlandı, orada onlarla sohbet eder, onların dertlerini dinlerdi. Ama artık sıra kendindeydi. Kendini tanıma, kendini keşfetme vaktiydi; o büyülü kelimeler sayesinde...Kelimelerin böylesine etkili olduğunu o zaman kavramıştı. Kulaklıklarını takıp rastgele bir müzik açtı. Neşet Ertaş çalıyordu. Neşet Ertaş onun için özeldi, ona ruhunu hissettiriyordu. Onun için özel birçok şey vardı: Papatyaların koparıldıktan sonra kokması onu hüzünlendirirdi sonra cesaretine hayran olduğu Fatih Sultan Mehmet vardı bir de...
Müzik bittikten sonra valizini hazırlamak için kalktı, merdivenlerden çıkarken buzdolabının üzerindeki fotoğraflar dikkatini çekti. Gözleri doldu. Ailesiyle, arkadaşlarıyla kahkaha attığı fotoğraflardı bunlar... En sevdiği, kardeşiyle kovboy şapkası taktığı fotoğraftı. Onlardan habersiz yaptığı bu uzun yolculuktan sonra aralarının açılacağını biliyordu. İnterstellar gibi uzay gemisine binip dönüp dönmeyeceği belirsiz bir yolculuk değildi elbette ama yine de bunu yapacaktı. Çünkü cesaret seçtiklerin değil, vazgeçtiklerindir.
(Hocam bu oyun için teşekkür ederiz çok zevkliydi..)
Şu an saat 23:11 Hikayeme başlıyorum :) Yıl 2040 : Her yerde derin bir üzüntü var kan gövdeyi götürmüştü 3.Dünya savaşı üzerinden 20 yıl geçse de halen acısı dinmedi yerin altında ki sayılı evlerde ben yaşıyorum tabii buna yaşamak denilebilirse Artık elektrik çekmediği için BUZDOLABI kullanamıyoruz onun yerine kendi sıcaklığını koruyan Früzatör adlı bir eşya sayesinde yemeklerimizi içine koyup kendi sıcaklığında koruma altına bırakıyoruz . Bu şekilde de yemeğimizi yeyip içecek içiyoruz içeceğimiz ise yapay su . Her ne kadarda şu an bunu yazarken yağmur sesini adeta nehir gibi duysamda asit yağmuru akıyor sanırım . En son ne zaman PAPATYA Gördüğümü dahi hatırlayamıyorum şu an 33 yaşındayım . Savaşta iken Japonlar tarafından bir hap bulundu hapı yuttuğumuz da hücrelerimizi yenileyerek 150 yıl daha yaşayabiliyor muşuz annemin anlattıklarına göre o hapı yaklaşık 7 yaşında iken içmişim keşke içmeseydim 150 yıl yaşamak zor olsa gerek babam KOVBOY Filmi izliyor ve izlemeye de mahkum sanırım çünkü sadece o tarz filmler yayın da . Annem ise KUZİNE SOBA nın yanında FATİH SULTAN MEHMET Kimdir ? Adlı kitabı okuyor kitap eski püskümüş bir kitap ama okumaya değer hatta kitabın arka kapağı dahi yok yırtılmış her neyse benden farklı insanlarda var tabii mesela en sağımda bir kapı var ve o yan komşunun yer evine giriyor komşuluk burada ölmedi çünkü birbirimize çok yakın ve muhtacız birimizde adi pirinç yoksa ötekinden alıyoruz yeryüzünde yani üstümüzde hiç kimse yok . Aslında var ama onlar göklerde Teknoloji o kadar gelişti ki orta seviye insanlar dahi artık Uzay gemisine binip Dünyadan ayrılıyor . Marsın bir bölümüne Oksijen tabakası enjekte edip orada yaşamaya çalışıyorlar tabii orasıda zor duyduklarıma göre orada dünyadan daha sert kum fırtınaları oluşuyormuş . Eskiden bir SİNCABIM vardı ama savaşta onu kaybettim sırf kendi menfaatleri için bu kadar can gitmelimiydi acaba ? Radyoda şu an Neşet Ertaş Gönül Dağı adlı türküsü çalıyor Saygılar Neşet Ertaşa :) ... Çok uğraşamadım hikaye için ama farklı olacağını tahmin ediyorum . :)
Uzay gemisiyle hızla yol alıyordum , Türklerin son keşfettiği gezegen olan Fatih sultan mehmet gezegenine iniş yapmak için izin istedim , gezegende kum fırtınası vardı , iniş çok sallantılı gerçekleşiyordu , buzdolabından aldığım bütün su üzerime döküldü . Tam kaza yapacakken , kuzine sonanın uzerinde kaynayan papatya çayının ıslığı ile uyandım . TV de sincapları anlatan bir belgesel vardı , kanalı değiştirirken Neşet Ertaşın gönül dağı şarkısına denk geldim dışardaki yağan kar ile ne güzel gidiyordu...
13 kasım 1995.
Bir pazar sabahı kuzine sobamızda çay demlenirken,kovboy filmi izleyip babamla uzun uzun sohbet ediyorduk. Nedenini bilmem ama babamin uzun uzun sohbetler ettiği tek kişi bendim. Birden ciddilesti babam ve insan dedi; hep erkenden büyümek ister ve bu telaşe içinde en güzel anlarını hep kaçırır, bu yüzden kalabildigin kadar çocuk kal lütfen. İstemsiz gözlerim doldu ve belli etmemek için buzdolabından peynir getirmeye gideyim babacim dedim,oysa masada peynir vardi. Geri döndüğümde kovboy filmi bitmiş yerine Fatih Sultan Mehmet'in hayatını anlatan bir belgesel başlamıştı, bu benim işime geldi çünkü; bu sözün üzerine uzun uzun düşünmeye ihtiyacım vardı. Düşüncelerime evimizde yankılanan Neşet Ertas'in "sen beni gönlünce mutlu mu sandın ömrümü boş yere çalan dünyada" dizeleri eşlik etti. O yaşlarımda bu nasihat ve şarkı çok manalı gorunmese de babamin dedigini, o dediği için yaptim ve şimdi kendi çocuklarıma baktığımda ne kadar anlamli bir söz olduğunu anlıyorum. 10 yaşında ruj sürmeyi isteyen kızıma, 10 yaşında yakantop oynamasinin ne kadar önemli olduğunu, ruju ömür boyu sürebilecegini ama bir daha yakantop oynayamayacagini anlatirken o uzay gemileriyle ilgili sorular soruyordu. Bir nisan sabahiydi, papatyalar yeni açmış, kuşlar selam vermeye başlamış hatta sincaplar bahçede kosturuyordu. ( acaba nereden geldiler halâ düşünürüm) kızım kucağımda ona babamın sözlerini birebir söylerken birden üzerimize bir yaprak düştü. Sanki selam verir gibiydi, reenkarnasyona inansam o yaprağı ömür boyu saklardim, onun yerine ait olduğu yere bırakmaya karar verdiğimde vakit ikindiye yaklaşıyordu.
( yazim ve noktalama hatalari icin kusura bakmayın:) )
Normalde video altına yorum bile atmam ama sizi izledikçe yaratıcılığım artsın, ileride üretken bir sanatçı olayım istiyorum. Bizlere böyle güzel ve kendimizi sorgulamaya,geliştirmeye iten videolar hazırladığınız için teşekkürler.Devamlı takipçiniz olarak kalacağım sanırım :)
Bir Kızın Günlüğü
Saat sabahın dokuzu , aylardan kasım , mevsimlerden güzdü. Kavanoz içinde her yıl mayıs ayında toplayıp kuruttuğum papatyalarım vardı. Her zamanki gibi demledim çayımı. Buzdolabından da çıkarıp yediğim mandalinaları o eski kuzine sobamın üzerine koydum. Havaya o mis kokusu yayılmaya başlamışken açtım Neşet Ertaş'ımı . Biraz türkülerini dinledikten sonra klasik müziğe geçtim . Elime aldım kitabımı , başladım sayfaları çevirmeye. İki dakika bile okuyamadan telefon geldi. Arayan en yakın arkadaşımdı. Kitabımı bırakıp müziği de kapattıktan sonra açtım telefonu. Bana ormana at sürmeye gitmeyi teklif etti . Kendisi atlarla ilgileniyordu. Çok iyi de ata binerdi. Şapkasını takar , havalı havalı atını sürerdi. Sanırsın kovboydu ama gerçekten de ata çok yakışıyordu. Ben ise ne jokey ne de kovboydum. Ama bende çok severdim atları. Bu yüzden hemen kabul ettim ve hazırlanmaya başladım. Hazırlandıktan sonra sobayı söndürüp hırkamı çizmemi giydikten sonra çıktım evden. Çiftliğe gittim. Arkadaşımı gördüm. Kendisi atlarıyla güzel güzel ilgileniyordu. Onlarla ilgilenmekten beni fark edememişti. Meslek aşkı bu olsa gerekti. Sonunda beni fark etti ve sıkıca sarıldık birbirimize. sonra benim için iyi bir at seçti. Eyerini falan taktı. Sonra binebilmem için yardım etti. Kendi atını da hazırlayıp bindikten sonra sürmeye başladık atlarımızı. Güzel güzel gezindikten sonra atlarla biraz mola verdik. O sırada etrafta dolaşan bir sincap gördük hem ürkek hem meraklı. Bir hayvan anca bu kadar sevimli olabilirdi herhalde. İnsan Fatih Sultan Mehmet'e teşekkür etmeden edemiyor gerçekten . O buraları fethetmese kim bilir belki göremezdik bu güzel canlıları. Hava kararmadan geri dönüş yolunu tuttuk. Arkadaşım çiftliğe ben eve yol aldım. Eve girince hemen yaktım sobayı, oturdum koltuğuma , açtım filmimi, başladım izlemeye. Filmin türü bilim kurgu. Uzayda geçen bir film. Hikayede bir sürü çocuğu toplayıp uzay gemisinde eğitim veriyorlar. Bu eğitimlerden sonra da bu bilgileri uzaylılar üzerinde kullanıyorlar ve onlarla savaşıyorlardı. Filmin bakış açısı çok farklıydı ama çok akıcı ve güzel bir hikayesi vardı. Neyse bugünde böyle geçti . Yarın ne olacak bilemem ama ben yine yaşayacağım hayatımı yarında ve diğer günde .İyi geceler...
En başta kelimeyi açıklamanız hoş bir incelik olmuş. Teşekkür ederiz.
Yeni aldıkları orman evine gidiyorlardı. İlk defa göreceklerdi. Arabada neşeli şarkılar çalarken, birbirlerine bakıp şarkıları birlikte söylüyorlardı. Varmalarına artık çok az kalmıştı. Radyoyu açtı. Neşet Ertaş çalıyordu. Vazgeçti, radyoyu kapattı. Gelmişlerdi bile.
Evin etrafındaki ağaçlardaki sincaplar, onlara garip garip bakıyorlardı. Sanki huzurlarını kaçıran bu yabancıların oradan gitmelerini istiyor gibiydiler. Oradan oraya zıplayarak koşuşturmaya başladılar.
Arabadan indiler çok heyecanlıydılar. Yeni aldıkları orman evine ilk defa görüyorlardı. Önce evin bahçesini dolaştılar. Hangi sebzeyi nereye dikeceklerini kararlaştırdılar. Bahçedeki papatyaların fazlalığı gözlerine çarpmıştı. Bu normal değil diye düşündüler. İçeri girmeden önce kapıyı incelediler. Çok modern görünüyordu. Bir ağaç evinden ziyade uzay gemisine giriyormuş gibi hissettiler.
Kapıyı aradılar ama dış kapının hissettirdiği o modern hava, kuzine sobayı görmeleriyle bir anda dağıldı. Şaşırmışlardı. En azından şömine olsaydı daha iyi olurdu dediler içlerinden. Burası orman eviydi sonuçta. Birbirlerine baktılar. Hayatın onlara gösterdiği küçük oyunları gördükçe çok daha neşelenirlerdi. Hayatın bir mucize olduğunu ve karşılaştıkları bütün zorluklara gülüp geçerlerdi.
Soba girişte solda duvara bitişikti ve etrafında "L" şeklinde olan koltuklar vardı. Evin sağ tarafında eski bir buzdolabı olan mutfak vardı. Evin kim tarafından, hangi zevkle döşendiğini bilemediler. Kimse bilemezdi zaten. Öylesine garip bir evdi ki. Fatih Sultan Mehmet tablosunun neden mutfağa konulduğunu anlayamadan, mutfaktaki kovboy şapkasını gördüler. O şapkanın orada ne işi vardı yine kimse bilmiyordu.
İçlerine garip bir his gelmeye başladı. Birbirlerine bakıp yüzlerini ekşittiler. Hep bakışlarıyla anlaşabilen çiftlerden olmuştu onlar. Şu anda geri dönmemek üzere buradan gitmek istiyorlardı. Evi daha önce görmeden almanın heyecandan çok saçma bir fikir olduğunu onlar da biliyordu ama artık burada durmak istemiyorlardı ve verdikleri kararı sorgulamak için geçti. Durdukları her saniye, huzursuzlukları katbekat artıyordu. Aynı anda geri dönüp arabalarına gittiler. Müziği son ses açıp neşeli şarkılar eşliğinde geri dönmemek üzere yola çıktılar.
Yıllar yıllar önce, soğuk ve karlı bir kış gününde karar vermiştim bu uzun yolculuğa çıkmaya. Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçerken, kulağımda kulaklık Neşet Ertaş türküleri dinliyordum, bu soğuk kış gününde sıcacık kuzine soba etrafında oturmuş kovboy filmi izlerken, kestane közlediğimi hayal ediyordum. O günün yorgunluğuyla, uyumuşum. Rüyamda, papatyaların ve rengarenk çiçeklerin olduğu, etrafta sevimli sincapların koşturduğu, yemyeşil, büyülü bir ormanda mutlulukla yürüdüğümü gördüm. Ormanın derinliklerine indikçe fantastik bir dünyaya girmişim gibi hissediyordum. Birden karşımda bir buzdolabı gördüm. Kapısını açtığımda karşıma başka bir boyut açıldı. Kapıdan içeri girdim ve kocaman bir uzay gemisiyle karşılaştım. Her şey muhteşemdi ve uyandım. İstasyona gelmiştim. Uzun yolculuğumun ilk istasyonuna, her şeyin bittiği ama aslında yeni başlangıçlara açılan yere gelmiştim işte.
Fitnat Hurrem
O an dünyada çoğu insan için sıradan saatlerdi belki, ama Zümra için hayatının en anlamlı saatleriydi. İlk kızını kucağına alışıydı. Papatya gibi narin parmaklarını ilk tutuşuydu. Annesinin parmaklarını sincap misali sımsıkı tutuyordu, güvenle, sevgiyle, tüm benliğiyle. Annesinin sıcacık karnından çıktı ve soğuk geldi her yer ona. Yalnızca annesinin sıcacık bağrı hariç. Buzdolabıydı dünya ve kamp ateşiydi annesi. Zümra'nın kalbinin ritmi değişti, dünyası renklendi, çocukluğu aklına geldi sanki. Hayalleri, oyunları, anıları gözünde canlandı. Kuzine sobada dizdiği mandalina kabuklarının kokusunu duyar gibi oldu. Ardından ablasıyla dinlediği neşet ertaş şarkıları kulağında çınladı. Banyo leğenlerdinden yaptıkları kovboy şapkalarını anımsadı. Ve babasının ona Fatih Sultan Mehmet gibi padişahların, Atatürk ve arkadaşlarının ve peygamberlerin hayatını anlattığı geceler geldi aklına. Yüzündeki tebessümü ancak hayallerden uzaklaşıp kendine geldiğinde fark etti. Kolidorda oynayan bir çocuğun oyuncağı elinden düşerek odaya girdi. Ardından siyah saçlı siyah gözlü bir erkek çocuğu girdi odaya. "Uzay gemimi düşürdüm yanınıza mı geldi acaba?" Diye sordu. Zümra yine hayaller alemine adım attı. Kucağındaki minik serçesinin o yaşlardaki halini gözünde canlandırdı derken çocuğun yerlere bakıp oyuncağını aradığını fark etti. Eliyle oyuncağın yerini gösterdi. Çocuk teşekkür ederek uzaklaştı. Ve Zümra'yı hayalleriyle başbaşa bıraktı.
-zehra
Can, büyükannesinin köy evinde yere uzanmıştı, etrafına saçılmış boya kalemleriyle önündeki uzay gemisi resmini bitirmeye çalışıyordu. Kardeşi de yanına uzanmış kocaman bir sincabı boyamaya devam ediyordu. Çok sıkıldım, dedi. Boyamayı bırakıp doğruldu, dizlerinin üstünde kaldı ve üffledi. Elindeki kalemi bırakınca o kalemle boyamak için bekleyen kardeşi hemen atılıp, kalemi aldı ve kendi işine devam etti.Can boş boş kardeşine baktı. Keşke dedem gelse yeni bir hikaye anlatsa. Onlara daha önce biri sürü kahramanlık hikayesi anlatmıştı. Dedesine hayrandı bu kadar çek şeyi nasıl bilebilir, diye düşündürdü. O en çok Atatürk’le ilgili anlattığı hikayeleri severdi, birde Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u nasıl fethettiğini dair anlattığı hikayeyi, dedesi anlattıkça o hayal ederdi. Hayalinde düşmanları yenen güçlü bir askerdi. At üstünde bile savaşmayı çok iyi biliyordu. Belki de bu akşam kovboy filmi izleriz, diye düşündü. Yusuf’ta bayılıyordu kovboy filmlerine… İki kardeş yastığı at olarak kullanırlardı, ellerinde sanki bir kılıç varmış gibi sağ ellerini sağa sola doğru hareket ettirirlerdi. Ne kadar eğlendiklerini düşündü. Tekrar üflenip yerinden kalktı. Kardeşi başını bile kaldırmadan : nereye gidiyorsun ağabey ? dedi. Mutfağa, dedi.
Mutfağa doğru yürürken babaannesinin bahçede olduğunu gördü papatyalarını suluyordu. Mutfağa girip buzdolabından su aldı, bardağına doldurup içerken radyoda çalan Neşet Ertaş’ı duydu. Annesinin en sevdiği türkü çalıyordu :” Neredesin sen ?” annesini ve babasını çok özlemişti. Okullar kapanınca yaz tatilini geçirmeleri için onu ve Yusuf’u memlekete dedesini yanına gönderiyorlardı, annesi ve babası çok çalıştıkları için yazın onunlarla beraber gelememişlerdi, İstanbul’da onlara bakacak kimse de olmayınca iki kardeş mecburen köye gelmek zorundaydılar. Âmâ o bu evi, bu köyü aslında çok seviyordu. Burada da çok arkadaşı vardı.Mustafa vardı,Eren vardı bir de Ceren vardı. Ceren’i düşünürken yanakları kızardı,onunla oynamayı çok seviyordu.
Babaannesi içeri girdi o sırada “kuzum sana kuzine sobasının üstünde kestane pişireyim mi? Diye sordu.Dedem gelince dedi,Can. Belki beraber bir kovboy filmi de izlerleriz.
Az önce yazdım,gerçekten eğlenceliydi :):)
Yazılan hikayelerin arasında ayrı bir yeri, havası var. Kaleminize sağlık.
AYNI RESİMDEKİ HİSSİYAT
Sonbahar zamanları. Ağaçlardaki yapraklar sanki çürür, yerlere dökülür, yazın ışıldayan papatyalar kuzine sobanın içine konmuş gibi çürür giderdi. Neşet Ertaş gibi hissederdim: hep bir yerim yaralı ve buraya ait olamazdım. Havalar soğuk olmasa bile yazdan sonra buzdolabında yaşar gibi hissederdim. Mevsim devam ederken karşıma bir kovboy çıktı. Bu çürümüş mevsimde ne yapıyordu? Buraya kendini nasıl kaptırabiliyordu? Atıyla yaptığı estetik hareketler, sincapların saklanmalarını izlerkenki yüzündeki mimikler nasıl bu kadar akışta olabilirdi? Yanıma geldi ve heryerin turunculuklarının insanı rahatlattığını, bitkilerin kendi içini gösterdiğini anlattı. Havanın hafiften yüzüne vuruşunu. Oysaki benim boynuma baskı yapan bir mutsuzluğum vardı. Sonra gerçekten doğadan nefret etmediğimi farkettim, eski zamanlarda nasılda kendimi kaptırırdım. Yıldızları izler, onlardan kendime yol çizer, fatih Sultan Mehmet gibi kendime karşı taktikler geliştirir, uzay gemilerini hayal ederdim ve o anda olurdum. Benim asıl korktuğum o anları yaşarken çevremdekilerin başka şeylerle uğraşıyor oluşu, beni saçma ve doğal olmayan buluyor oluşuydu. Kendi kafamda kendimi normal bulmamaya başlamıştım. Dünyanın en huzur verici turuncu rengine çürük der, rüzgarın dokunuşlarından rahatsızlık hisseder olmuştum. Herkesin kendini kaptırdığı bişey vardı, ben benimkinden kaçmamalıydım. Yoksa çevreme ve kendime zarar veriyordum. Ben mutlu olmalıydım ve o uzay gemisini normalimde yürütmeliydim.
Soğuk havayı iliklerimde hissedebiliyordum. Karanlık ve yaprakların çıtırtısı ilk defa üzülmeme neden olmuştu oysa ki ben fazlasıyla profesyoneldim. Zihnim sürekli geçmişe gitmek istiyordu. Tek odalı evimize, kuzine sobanın üzerinde pişirdiğimiz kestanelere.. ilk kez buzdolabı aldığımız gün geldi birden aklıma. Ne de çok korkmuştum.Bir uzay gemisi olduğunu ve içindeki uzaylı kovboyların küçük oğlanların etini ne kadar sevdiğini söylemişti abim. Sonra koşarak anneme sarılışım, onun buzdolabının bizim daha güzel yemekler yiyip daha mutlu çocuklar olabilmemiz için olduğunu söylemesi falan filan.. Yürümeye ve onu aramaya devam ettim. Silah ilk defa bu kadar ağırdı. Durmam için uğraşıyordu sanki dünya. Küçük sincaplar o adam için yastaydı sanki. Muhakkak iyi bir adam olmalıydı ama sonuçta iş işti. Bi ateş gördüm bu o olmalıydı. Yaklaştım ve silahımı doğrulttum ve kahretsin ki yine durakladım. Elindeki kitap dikkatimi çekmişti bu sefer de. Derin bir nefes alıp tetiği çektim ve kitap hızla yere düştü. Yavaşça yanına oturdum. Kanlı sayfalara baktım Fatih sultan Mehmet hakkındaydı. Kitabı cebime koyup bir sigara yaktım. Keşke annemin söylediği gibi olsaydı dedim yüksek sesle daha güzel yemekler yedim belki ama daha mutlu bir çocuk olamamıştım. Sigaramı küçük papatyanın yanındaki toprağa söndürdüm. Az önce öldürdüğüm adamın mezar taşıydı sigaram. Bir Neşet Ertaş türküsü tutturdum sonra. Söyledikçe yürüdüm yürüdüm yürüdüm..
Alican'ın hayali
Alican günlerden bir gün Papatya tarlasında dolaşıyordu . Bir önceki gün izlediği filmin etkisinde kalacak ki, uzaklarda gördüğü kocaman traktörü uzay gemisine benzetmişti. Koşar adım hedefine doğru ilerlerken ağaç kovuguna giren sincapları gördü. "hmm sincaplar evlerine girdiğine göre hava kararmak üzere" diye düşünüp istemeye istemeye evin yolunu tutmaya başladı. Annesi Alican'ın geç saatlerde eve gelmesini istemezdi çünkü. Alican da annesini üzmemek adına hayallerine koşmayı üzülerek sonraki güne erteledi.
Eve geldiğinde büyük babası ve kardeşi vardı. Annesi komşuya gitmişti. İçinden "tüh, keşke uzay gemisine doğru yürümeye devam etseydim" diye geçirdi... Bir yandan da karnından gurul gurul sesler geliyordu. Hemen buzdolabını açıp bir şeyler bakındı. Daha sonra büyükbabasinin yanına oturup yaptığı sandviçi yemeye başladı. Televizyon acıktı. Kardeşi de heyecanlı bir şekilde kovboyların mücadelesini anlatan bir çizgi film izliyordu. Her ne kadar kumandayı alıp değiştirmek istese de radyo ona daha cazip gelmişti. Belki de uzay gemisiyle ilgili bir haber duyabilirdi. Ne kadar radyo frekanslarını değiştirse de hiç bir habere rastlamadı. Radyoda en net gelen şey, Neşet Ertaş'ın acıklı sesiydi. Suratını düşürüp içeri geçerken çizgi film bitmiş kumanda büyükbabasının eline geçmişti. Büyükbabası belgesel izlemeyi çok severdi. Bu sefer de Fatih Sultan Mehmet' in hayatını anlatan bir belgesel açılmıştı televizyonda. Bi an büyük babasına şehire inen o uzay gemisinden bahsetmek istese de kendisine inanmayacağını düşünerek vazgeçti. Bu sırada kapı çaldı gelen annesiydi. Biraz oturup kuzine sobasında kestane pişirip çaylarını yudumladiktan sonra odasına geçti. Gördüğü uzay gemisinin aynı yerde kalmasını umut ederek hayalleriyle beraber uykuya daldı....
Beğendiyseniz beğenmeden geçmeyin lütfen :)
sevgi gül güzel 👍🏻
@@Leylani3 teşekkürleer😊
Güzelmiş 😅
@@elanurbasboga7942 haha teşekkür ederim 😄😄
Bir gün avustralya çöllerinde yorgun yorgun ilerlerken bir sincapla karşılaştım. Gel dedi neşet baba çalıyor. E ben bunu duyunca yorgunluğumu unuttum, Başladım koşuşturmaya. Ne kadar uzun yol gitsek te yorulmadım. Fatih Sultan Mehmet kararlılığında devam ettim. Birden karşımıza tüy şapkalı papatya desenli gömleğiyle bir kovboy çıkmasınmı? İç geçirdim ah bizim angara lı modası diye, Tabi yıllar öncesinden bahsediyorum, Siyasi tabirle "Her eve buzdolabı girmeden önce" Aklımdan bu düşünceler geçerken angaralı kovboyumuz dürttü beni.
- Yürüsene be soba kafalı herif!
tepki veremeden devam ettim fakat şeytan gıdıklamaya başladı mı bir kez duramıyor insan! Dedim bari kuzine soba kafalı deseydin de Kafam çok işlevli olsaydı. Bunu duyan Angaralı kovboyumuz Kahkalarla gülmeye başladı. Neşet babanın evine de gelmiştik,Angaralı kovboyumuz ne dediğimi anlattı. Neşet baba da gülmeye başladı. Eee ben Darılmıştım bir kere, Telefonumu çıkardım aleyna tilki çaldırdım. Artık sadece "aleyna baba var!" dedim. Neşet baba afalladı ne yapacağını bilemedi. Düşündüm sonra neşet babada bile böyle bir etkisi varsa evrene ne yapar? Daha sonrasındaki hayatımda atladım uzay gemisine thanos edasıyla evrenin yarısına dinlettim aleyna babayı ve açlık, yoksulluk gibi dünyaevi sorunlar çözümlendi. Sayemde Mutlu bir evren var...
Eskiye Özlem
Ara ara beyaz bulutların süslediği gökyüzünü aydınlatan cömert bir güneş,esen rahatlatıcı rüzgar. Meyvelerini yetiştirmekle meşgul dutun gölgesinde oturmaktayım. Çocukluğumun yaz tatillerini geçirdigim dedemlerin evinin önündeki dut ağacı.Ağaç aynı ağaç gölgesi aynı gölge ama ev aynı ev değil.Dedemin cenazesinde görmüştüm en son, şimdiyse bir harabe.Eskisi kadar sağlam olsa bile ev içinde yaşayanlar olmadıkça ev olur mu?Ne güzel zamanlardı o zamanlar...
Dedem bu ağaca bana salıncak kurardı.Çocukluk işte bense ondan bu ağaca bir ağaç ev yapmasını istemiştim.İçinde çizgi romanlardaki gibi uzay gemisi yapacaktım.Jules Verne nin kitabındaki gibi aya gitmeyi planlıyordum.Günlerce bunun için ağlamıştım.Ama en sonunda dedem ağaçta yaşarsam sincap olacağımı söyleyince ona inanıp vazgeçmiştim.Dayım bunu çocuklarıma her sefer gülerek anlatır.O zamanlar dayıma köyde Sarışın derlerdi.Kasabadan aldığı kovboy şapkasıyla tıpkı İyi Kötü Çirkin filmindeki Sarışın a benzediği için. Dayım bu benzetmeyle çok övünürdü.Ona bir tek evde Neşet derlerdi.Dedem çok sevdiği için ona Neşet Ertaş 'ın adını vermiş.O zamanlar dedemin annesi bile yaşıyordu.Ninem hep bey dediği için dedemin adını ondan öğrenmiştim:Avni.Biraz büyüyünce öğrendim ki Fatih Sultan Mehmed 'in de mahlası olan Avni yardım eden demekmiş.Dedem adının hakkını ne güzel de veriyormuş. Bütün köyün derdini kendi derdi bildirdi.Evde misafir hiç eksik olmazdı.Yarıyıl tatilinde geldiğimde kuzine sobanın üstünde çaydanlık her daim olurdu.Hasta olan birileri gelirse çaydanlığa cezve arkadaşlık ederdi.Öyle vakitlerde oda bazen ıhlamur,bazen nane,bazen papatya kokardı.Bazı vakitlerde eskilerden bahsederlerdi.Televizyonun hatta buzdolabının olmadığı zamanlardan.Zorluklara rağmen sanki eskinin daha iyi olduğundan.Onları şimdi o kadar iyi anlıyorum ki.
O günleri, o insanları o kadar özlüyorum ki.Bilmiyorum belki de asıl özlediğim çocuk olmak.Belki de asıl özlediğim saçmalamak. Bilmiyorum sadece özlüyorum.
"sadece özüyorum." :)
-Geçmiş-
Bir insana geçmişini sorunca nedense hep hüzünlenir ve anlatmaya başlar dert tasa vb. Şeyler farklı pek bişey duymak zordur açıkçası. Oysa bana biri geçmiş diyince aklına ne geliyo diye sorsa benim aklıma kış aylarından okuldan dönünce kuzine sobasına annemden önce sarılmam ve sobanın fırınından çıkan gözleme kokusu... Sonrasında biraz ısınınca uzay meraklısı ben elime telefonu alıp youtubeye uzay gemisiyle dünyaya gelen uzaylılar yazısını aratıp saatlerce sincap gibi o videodan bu videoya sekmek, babamın Neşet Ertaş şarkılarının delisi olduğunu, annemin papatya delisi olduğu ve papatya kokusu aldgmda hep geçmişe gittiğim gelir. Bunlar güzel şeyler aslında fakat babam yine de hep boş işlerle meşgul olduğumu söyler ve Fatih Sultan Mehmet'in genç yaşta büyük başarılarından bahsederk benim hayatımın yönünü değiştirmek isterdi. Haklıydı ama mutlu olduğum bir yoldayım sonuçta. Mesela bi çocuk da kovboylara merak salıp onları araştırabilirdi. Çok normal bişey çünkü çocuğuz biz ufkumuz ve yaratıcılığımız olağanüstü işte. Çocuk etkilendiği şeyleri zamanla kolay unutamaz derler. Gerçekten de öyle bunlar dün gibi yaşadığım unutamadığım şeyler. Hatta net olarak hatırladığım şeylerden biri de babamın bana aldığı muzlu daninoyu buzdolabına koyup saatlerce donmasını bekleyip öyle dondurma gibi yemek. Tadı bile hâlâ damağımda...😊
'Günün birinde bir uzay gemisine binip gideceğim buralardan. Ay'a çıkacağım. Kesfedilmemiş gezegenleri bulacağım. Astronot olacağım. Goreceksiniz bak siz de.'
Yıllar sonra çocukluğumun geçtiği köye dönerken bu düşünceler içerisindeydim. Bozkırın ortasında zamanından uzak, imkanları kısıtlı bir coğrafyada doğdum. Ve aklım erdiğinden beri okuyup astronot olmak düşüyle yatıp kalktım. Kış gecelerinde annemin kuzine sobanın dibinde anlattığı masallardaki kahramanlar gibi yaşamak istiyordum. Bunun yolu ise astronot olup uzaya çıkmaktan yeni gezegenler keşfetmekten geçiyordu. İzlediğim bir filmden etkilenmiştim. Çocuk aklı işte.
Yıllar yılı bizim köyde anlatılagelen bir hikaye bana ilham vermişti. Efsaneye göre Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemsettin bizim köyden at sırtında geçerken mola vermiş. Ve dagın tepesinden akan nehirden su içmiş. O günden sonra o sudan kim içerse alim olurmuş. Bu rivayetin peşinde astronotluk düşleriyle geçen çocukluğum sonrası hep bu öykü aklıma gelirdi. Belki bugün bir astronot olamadım ama kovboyların anavatanı Amerika'da okuyup mühendis olarak yıllar sonra köyüme döndüm. Yaşayan kahramanım Neşet Ertaş'la İstanbul'da karşılaştığım o günden beri hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Çocuk halimle sincap kovaladığım tarlaları geride bırakıp köy meydanına kavustum. İşte yıllar sonra yeniden doğduğum topraklardayım. Bir yanımda çocukluğum bir yanımda hasretim. Değişik duygular içerisindeyim. Buzdolabının bile lüks sayıldığı o yokluk yıllarından sonra
şimdi 'büyük adam' olup evime dönüyorum. Uyumak ne mümkün. Güneş doğar doğmaz tarlalara koşacağım ve kucak dolusu papatya toplayacağım.
Kimin için mi? Boyundan büyük hayaller kuran ve o hayallerine sahip çıkan içimdeki çocuk için.
"Dedemin Notları"
Nereden nereye derler her zaman bulunduğumuz zamanda uzay gemisi üretiliyor artık halbu ki ben henüz küçükken hatırlarım Neşet Ertaş'ın Kuzine Soba'sının karşısında ki masanın üstünde duran Papatyaları tüplü televizyonunda açık olan kanalda Kovboy filmleri dönerken bize anlattığı Fatih Sultan Mehmet hikayeleri ve Buz Dolabından çıkardığı soğuk suyun içine dahi buz atığını, birde hep düşündürürdü hikayelerinde kesilen ağaçlardaki o yavru sincaplara neler olduğunu işte dostlarım hepsi birbirinden güzel anı bunların hayatınızın ve anılarınızın değerini bilin mutluluk her zaman içinizde
Soğuk bir kış mevsimi. Heryer bembeyaz. Tepelerde uzay gemisinin içinde, kuzine sobanın başında oturan alımlı bir genç kız. Küçük bi saksının içerisinde yetiştirdiği, en sevdiği bitki olan papatyalar , dışarda olan buz gibi havaya aldırış etmeden tüm ihtişamıyla bulunduğu uzay gemisine renk katıyor. Kız birden sobanın başından kalkıp mutfağa yöneliyor. Buzdolabının üzerinde duran dünyadan anı kalması için aldığı ; küçükken çizgifilmini severek izlediği kovboy , İstanbul gibi mükemmel bi şehri fetheden Fatih Sultan Mehmet ve en sevdiği hayvan olan sincap magnetlerine uzun uzun bakıyor. Artık Dünyadan , yıllarca yaşadığı gezegenden gitme vakti. Yavaşça ve hüzünle Neşat Ertaş'ın Yalan Dünya şarkısını mırıldanarak rotasını uzaya doğru yönlendiriyor.
Dışarıya biraz daha farklı bakmayı denedim. 1 kişi bile olsa umarım farkındalık kazanabilir.
Genişçe bir ormandan yuvaya ulaşmayı başarmıştı. Artık bitmek bilmez yolculuğu sona ermişti. Eskiden yaşadığı yere, ailesinin yanına dönebilecekti artık. Çocuklarının kokusunu doya doya içine çekecek karısının sevgi dolu sonsuzlukla kutsanmış kehribar gözlerine bir ömür bakacaktı sonunda. Etrafındaki ağaçlar, otlar, kayalar ve hatta taşlar bile çok tanıdık geliyordu. Her yerde bir anısı vardı. Tamam belki uzun bir yoldan gelmiş ve heryeri yara bere içince olup kıyafetleri yıpranmış olabilirdi ama biraz sonra ailesine dönmesinin vereceği mutluluk herşeye bedel olacaktı. Ve işte yuvasıyla arasına engel olan son ağaçı da geçince yüzündeki sevki dolu ifadesi derin bir suskubluğa ardından da acı dolu bakışlara döndü. Yuvası yoktu. Daha doğrusu birisi eskiden yuvasının olduğu yere devasa taş yapıtlar dikmişti. Bunlardan onlarca vardı etrafta. Başını çevirip baktığında çok daha yükseklerini, adeta bulutlara değecek kadar yükselen parlayan taştan yapıları görebiliyordu. Birisi yuvasını yıkmıştı. Hemen taştan yapıtın etrafını koruyan duvarlardan bir boşluk bulup geçerek içeri girdi. Burasıda ormana benziyordu ama sadece ufak papatya çiçekleri ve çimenler vardı. Bir sürü de plastik oyuncaklar. yapıya daha da yaklaşıp kendisini de görebildiği bir maddeden içeri baktı. Minik bir sıncap ailesi oturmuş televizyonda kovboy filmi izliyorlardı. Bu soğuk gecelerde onları ısıtacak Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma kuzine soba hemen yanlarındaydı. Ve sanki üst kattan Neşet Ertaş'ın sazla bestelediği şarkıları duyuluyordu. Başka bir yapıta bakmaya karar verdi. Oda diğeri gibi 2 katlıydı vr tepesinden zehirli dumanlar yükseliyordu. Adeta hasta ediyordu onu bitkin düşürüyordu. O evin içinde de maymunların yaşadığını gördü. Birisi buzdolabından birşeyler çıkartıyor diğeri de televizyonda uzaylı gemisiyle ilgili bir haber izliyordu. Bir süre daha ailesini aramaya devam ederken etrafındakilerin ondan korktuğunu gördü. "Onlara ne zarar verebilirim ki." Diye düşündü. Sadece bir insandı ve ailesini arıyordu. Bir türlü bulamadığı ailesini. Bir hayvanın yanına gidip yardım istemeyi denedi. Ama oda hemen korkup evine kaçtı. Belki onlar gibi tüylü olmadığı yada onalr gibi hareket etmeyip doğasına uyduğu için ondan korkuyorlardı. Ama ailesini bulmalıydı başlarına birşey gelmiş olabilirdi. Telaş içinde dolaşırken bir araba yaklaştı ve ona uzun bir şey doğrultan hayvanları gördü. Bir şey vücuduna saplandı ve kanı yavaş yavaş akarken oda gözlerine sakince kapıyordu. Aklındaki son düşüncesi "benim suçum neydi ki. Daha önce biz buradaydık. Hem evimizi yıktılar hemde ailemi dağıttılar. Benim suçum neydi ki." ve gözleri derin bir karanlıkla kapandı
Beyhan bey merhaba.Verdiğiniz kelimeleri okudum o anda içimden ne döküldüyse yazdım.bu tarz etkinliklerin devamını beklerim.gerçekten farklı bir deneyim.
Unutulmaz Degerler
YIL 2500...Tarih tekerrürden ibarettir diye boşuna dememiş atalarımız.Uzay cağını yasıyor olmamıza rağmen düşmanlar İstanbul dan vazgeçmiyorlardı.Yine bir savaş tehlikesi ile karşı karşıyaydık.Tarihimizi kapsül müzelerde korurken,ucan arabalarımız yere değmeyen gökdelenlerimizle yine tehdit altındaydık.Yeryüzünü yesillendirip korurken en fazla 3 kat olan yeryüzü evlerimiz vardı.ama lüksünden ödün vermeyenler için uçan villalar vardı.e onlarda haklıydı yıldız galaksilerin manzarası süperdi.
Yönetici güçler İstanbul'a çevrilen silahlar karsısında endişeliydi.Evet çok güçlüydük son teknoloji silahlar vardı.Ama düşmanda güçlüydü.Hafife alınmazdı.Tarihi hatırlıyorlardı.Bu topraklar karadan yürütülen gemilerle büyük deha Fatih Sultan Mehmet han tarafından kazanılmıştı.O zaman ecdada sahip çıkma vaktiydi.Düşmanın topla tüfekle karsımıza çıkmakta zerre tereddüt duymadığı bu çağda bizde gerekeni yapmalıydık.Çünkü düşman tarihimizin çok uzaklarda kaldığını uzay cağına yenildiğinizi düşünüyordu.Boğaz köprülerimiz tarihi yarımadamız Galata mız Kız Kulemiz hepsi yerli yerindeydi.Ama onların göremeyeceği zarar veremeyeceği şekilde izole etmiştik.Tamamen asimile olduğumuzu düşünerek saldırıyorlardı.
Yönetici güçler savaş uzay gemilerini karadan yürüterek düşmanı şaşırtacak,uzayda yapılacak sanılan savasın kazanılması ihtimalini kuvvetlendirecekti.Uzayda karşılarında muhatap bulamayan düşmanlar şaşıracak o sırada yeryüzünden ateş açacaktık.Atalarımız gibi bize yakışan şekilde karadan yeryüzünden savaşacaktık.
Vee savaş uzay gemilerimizi karadan yürüterek uzaya kapsül ve uzay gemilerindeki düşmana ateş açtık.Hiç beklemedikleri bu hamle karsısında bozguna uğramışlardı.
Yıl 2501..Atlattığımız savaş sonrası kutlamalar devam ediyordu.zaferimizin ilk yılında destanımızı atalarımızın sanatçılarıyla kutladık.Neşet Ertaş tan Ah yalan dünya yı dinlerken müzeden getirttiğimiz kuzine sobalarda kestane pişirip yedik.Uzay cağında yaşadığımız bu savaş bize milli değerlerimizi tekrardan yàd ettirdi.Belgrad ormanına piknik alayı kurduk eskisi gibi.Papatyalar açmıştı.Etrafta sincaplar koşturuyordu.Bakımını asla ihmal etmiyorduk e tabi çöp ateş gibi unsurlar da olmayınca tahribat büyük ölçüde azalıyordu.ama bugün başkaydı.Tedbiri elden bırakmadık halkın böyle toplanmadığı yüzyıllar oldu.Etrafta insanları tedirgin etmemek için kovboy kılında güvenlik güçleri dolaşıyordu.Mangallar yaktık.Uzay cağı çocukları ip atlamayı top oynamayı pek bilmedikleri için koca koca anneler babalar dedeler annaneler ip atladık top oynadık.Buzdolabından çocukluğumuzdaki gibi kana kana su içtik.Gerçekten özlemişiz.Su anki kolaylıklar o zaman olsa bize süper gelirdi ama iyi ki o günleri yaşamışız.Çocuklarımız şaşkınlıkla bizi izlediler.Gerçi onlara okullarda geçmiş örf ve adetlerimizi öğretiyor izlettiriyoruz.Unutulmasına izin vermiyoruz.
Günün sonunda yıllardır terlemeyen biz kanter içindeydik.Ve dedik ki biz asla dağılmayız ve asla atalarımıza ihanet etmeyiz.Bir kez da dosta düşmana milli birlik ve beraberliğimizi kanıtlamış olduk.
Kısa sürede yazdığım hikayeyi sizinle paylaşıyorum umarım beğenirsiniz...
Yıl 1996 bir kış günü Yavuz tren ile Ankara'dan İstanbul'a yola düşmüştü, birden arkalardan bir ses duydu radyoda çalan en sevdiği türkü Neşet Ertaş'tan Zahidem türküsü kulağına değdi. Aklına o geldi hiç çıkmıyordu ki herşeyden çok sevdiği Zahide'si onu memlekette Ankara'da bırakmıştı. Yavuz onu şimdiden çok özlemişti çünkü Papatya'dan taçlar yaptığı yarinden ilk defa bu kadar uzağa gidiyordu hemde para kazanmak için,para kazanıp döndüğünde Zahi'desiyle evlenecekti. Zahide ise küçük kardeşi FSM ' ile birlikte buzdolabından yiyecek çıkartıp bir yandan küzine sobasını yakmaya çalışıyordu. Diğer odadan bir ağlama sesi duyan Zahide hemen o odaya gitti ve haylaz FSM ablasının ona aldığı oyuncak sincabı yanlışlıkla kırmış diğer oyuncakları uzay gemisi ve kovboy şapkasınıda kaybettiği için de ağlıyordu, Zahide üzülme diyerek onu öperek tesselli etti fakat birden birşey olmuştu Zahi'denin yüreği gökte çarpan yıldırım gibi bir hisse kapılmıştı bu sefer kardeşi ağlarken yaşlı gözleriyle ablasına baktı ç ve ablasının yüzündeki ifadenin sebebini anlıyamadı o an Zahide de anlamadı fakat kötü bir hisse kapılmıştı. Ertesi gün yani pazartesi dışarı çıkıp evin alışverişini yaptıktan sonra eve dönerken markette gördüğü gazetede bir haber gözüne takıldı ve o haberde şu yazıyordu ; Ankara'dan Pazar günü yola çıkan İstanbul Treni Kocaeli sınırında kaza yapmıştı 45 ölü 100 yaralı vardı, Zahide'nin eli ayağı titredi ve gözüyle hemen Yavuz'un ismini aradı Yavuzun adını gören Zahide oracıkta bayılıp hastanede gözünü açtıktan sonra üzüntüden en fazla 6 ay daha dayanabildi ve o da Yavuzunun yanına gitti.
Soğuk şubat ayının öğlesinde evin penceresinden kış güneşi odanın ta ortasına kadar geliyordu. Neşet Ertaş kerpiç evinde, kuzine sobasının yanında bir yandan ısınmaya çalışıyor, diğer yandan sazının akordunu yapıyordu. Doğrusu çok üşümüştü. Çünkü az evvel evinin yakınındaki oramanlık alanda yürüyüş yapmış, temiz orman kokusunu ciğerlerine doldurmuştu. Ormanda yürürken izlediği kovboy filmi aklına geldi birdenbire;
-"Hey amigo" diyordu kötü kovboy, silahını hayvan kaçakçısına doğrultarak...
Fena değildi film. Sadece boş vaktinde eğlenmesine yardımcı olmuştu. Ormanın derinliklerinde ilerlerken birden bir sincap belirdi karşısında. Gözlerini Nelet Ertaş'ın gözlerine dikmişti. Hareket etmeden bir süre öylece durdu. Sonra ağacın dallarına zıplayıp kaybolmuştu. Neşet Ertaş yürüyüşte evine dönerken peynir, zeytin, yoğurt almıştı. Eve geldiğinde eski buzdolabına düzgünce yerleştirdi aldıklarını. Kendine sıcak bir papatta çayı demledi. Kuzine sobasının yanında otururken bir yandan da ılımış olan papatya çayını yudumlamaya başladı. Ve derin hayallere daldı. Elbette onun zamanında uzay gemisi yoktu. Keşke olsaydı diye düşündü. Şayet Fatih Sultan Mehmet zamanında bir uzay gemisi olsaydı İstanbul'un Fethi ne kadar da kolay olurdu diye hayıflandı. Ama olsundu. Uzay gemisi olmasa da, gemileri karadan yürütmüş ve İstanbul'u fethetmişti. Adı tarihe altın harflerle yazılmıştı Fatih Sultan Mehmet'in. Tarihimiz ne zengindi. Düşüncelerinden sıyrıldı Neşet Ertaş. Ve sazına dokundu merhametli elleriyle.
Yer, gök sazından çıkan nağmelerle sevindi..
Yazarken bile çok eğlendim :D
Papatyaların güzel kokusu insanları mest edip büyülerken .Kovboylar lokal cafelerinde biralarını yudumlayıp sohbep ediyorlardı avlarını düşünüp iştahları
iyiden iyiye açılıyordu bu sıcak yaz günününde ve birden cafedeki televisyon açıldı aniden . Ve televisyonun sesi kükredi Fatih Sultan Mehmetin ismiyle
kovboylar içten içe büyülendiler onun ismi ve şohretiyle. Hava birden esmeye başladı bu sıcak yaz gününde öyle bir esti ki sanki havanın insanlara anlatmak istediği
hikayeler varmış gibi insanlar tir tir titrerken bu soğukta birlik olup kuzine sobayı açıp aniden içlerini ısıtılar bu esintide. Olayların arkası hiç kesilmiyordu
bu yaz gününde aniden gökten uzay gemisi indi . Kovboyların şaşkınlığı yüzlerinden okunuyordu ve silahlarına dayandılar bilinmezliğin şuphesiyle camı açıldı
uzay gemisinden Bir şarkı duyuldu etrafta Neşet ertaşın gönül dağı ve bu şarkıyla büyülenen kovboyları uzay gemisine çekip götürdü bu sis . Bunu gören sincap açtı gözlerini
iyice ağaçların arkasından . BirdenBuzdolabini gördü sincap ve aşık oldu içinde gördükleri şeylere 10 dk önce olan şeyler silinip gitti tatlı sincapın gözlerinden..
Artemis
Baskahraminiz Artemis, dünya ile uzay arasinda bir boslukta yaşayan ve benliğini arayan biri. Gerek dış görünüşünden gerek zihnine ayna tuttuğu yansimalardan ait olduğu alanı henüz bulabilmis değil. Dünya ile uzay arasında her iki tarafa da eşit mesafede yasayan Artemis, benliğini bulma çabasına, yaşayacağı ortamı bulma ile başlar. Önünde üç secenek vardir: Ya dünyaya yerleşecek, Ya uzaya gidecek ya da şu an yaşadığı yerde yasayacakti. Ilk olarak bir uzay gemisi ile uzayı kesfetmeye çıkar. Keşif anında ilgisini çeken birçok durum ile karşılaşsa da kulağına gelen bir ses onu uzaydan uzaklastirir. Tam tanimlayamadigi bu tiniya ulasmak icin dünyaya doğru yola çıkar. Kulağına gelen bu sese odaklanan Artemis, sazli sozlu bir adama ulasir. Bu adam bir kuzine sobanin başında papatya guluslu sevdigine türkü söyleyen neşet ertastir. Artemis, aşkın ne olduğunu tam olarak bilmese de bu aşkı İstanbul ile Fatih Sultan Mehmet arasındaki iliskiye benzetir. Uzayda hissedemedigi bu duygu onu dünyaya yakınlaştırır. Artemis, doğru karari verebilmek icin tekrar uzay ile dunya arasindaki yerine gider ve dusunmeye baslar. Tam o sirada, kovboy filmlerinde gördüğü o ihtişamlı yeleklerin rengine benzer renkte bir sincap görür. Sincap ile bir süre sohbet eden Artemis karninin gurultusu ile uyanır. Buzdolabina yönelen Artemisin akli hala gördüğü ruyadadir. Duvarinda asılı aynaya bakan Artemis, benliğini bu rüya sayesinde bulabilmistir. Aslında Artemis, uzayda Neşet Ertaş dinleyen bir sincap kadar essiz bir benlige sahiptir.
Artemis Neşet Ertaş'ın Peşinde :))
Arka bahçesi papatyalarda doluydu bu huzurlu evin ve yeşil örtünün üstünde sadece beyaz güzellikler yoktu daha nicesi mevcuttu. Yaprakları rüzgarda uçuşmuş çırılçıplak gelincikler, menekşeler, sümbüller. Bir de küçük ormanı vardı arka bahçenin. Bu evde huzur bulabileceğin en güzel mekandır orası.Ağaçların arasında bir yürüyüşe çıkarsan eğer, sessiz ol sincapları ürkütme, onları kaçırma, belki görme fırsatı yakalarsın.
Bu denli güzelliklerle donanmış bahçeden ayrılıp bir de eve girelim. Bu ev şehirdekilere benzemiyor. Beton yapılardaki gibi "sahte ev" görünümünden uzak. Doğayla, etrafındaki bütün güzelliklerle özdeşleşmiş bir taş ev bu. Yaz mevsiminde serindir evin içi buzdolabı gibi, klimayı aratmaz. Kışın da zor ısınmaz, bir kuzine soba yeterlidir.
Bir köşem var bu evde kendimce dizayn ettiğim. Büyük bir pencerenin önü. Pencerenin önünde masam, sağ tarafında 3 raflı bir kitaplık. Bir raf babama ait. Kitaplıkta biraz kitap, üç beş kovboy filmi, bir tane de müzik kasedi var sanırım Neşet Ertaş. Ben müzik dinlemeyi sevmem kaset de babamın zaten. Babamla zevklerimiz epey farklıdır. O tarih kitapları okumayı sever. Bir dizi padişahların hayatları konulu kitaplar var. Fatih Sultan Mehmet'ten tutun Abdülhamit'e kadar neredeyse tüm padişahlar mevcut.
Kitap sevgimin ötesinde bir de uzay tutkum var benim. Canım sıkıldığı zamanlar uzay temalı maketler yaparım sonra köşemde bir yer bulup yerleştiririm. Kitaplığın üstünde duran uzay gemisi maketi de bu tutkumdan şekillenen bir eser.
Ellerim ...
Benim bedenime göre biraz küçük ve ten rengim gibi esmer ellerim . Parmaklarımda biraz biçimsiz sanki . Onlar bile benim ezilmisligimi simgeliyorlar . Yüzüm yeterli degilmiscesine . Banamı öyle geliyor bilmiyorum ama bütün çirkinligimi gün yüzüne çıkartıyorlar . Oysa gözlerime 2 saniyeden uzun bakan herkes icimdeki acinin milliyetimede , çirkinliğimede , ten rengimede agir bastigini farkedebilir .
Benim adım Samed . Arapcada hickimseye muhtac olmayan anlamina geliyor . Bu anlam bana cok ters aslinda . Sonucta herkesin muhtac oldugu seyler vardir . Kimisinin yardima kimisininse sadece vicdana . Benimde en cok bir arkadasa ihtiyacım var . Beni sevecek ve oldugum gibi kabul edebilecek birine . Bir dosta hatta bir sırdasa . Suana kadar hep dıslanmis birine çok buyuk bir hediye olurdu bu . Elbette mumkun olmayan birsey bu . însanlarin acimayla baktigi biri hickimsenin dostu olamiyor . Kimsede gözlerine bakmiyor . Gözlerindeki çigligi gormuyor . Ten rengi gozlerden ve acilarimizdan once geliyor cunku ...
13 yasinndaki caresiz bir cocugun çıgliklarini duyabilmeniz icin çok yakininda olmaniza gerek yoktur . Hayata ve insanlara direnen birini uzaktanda farkedebilirsiniz . Yeterki kalp gözüyle bakın ...
Pek güzel olmadiginin farkindayim ama sizce nasil ?
Güzel ama geçmesi gereken kelimeler geçmiyor
Kurgusal bir hikaye de ben yazdım yaklaşık 30dk sürdü.
Soğuk bir kış günüydü. Beyaz sessizlik hâkimdi. Masum bembeyaz bir sabaha uyanan sayılı evlerden birinde, karla kaplı çatısında her daim tüten dumanıyla, soğuktan buğu yapmış küçük penceresinin içinden bakan küçük bir çocuk vardı. Küçük çocuk bazen babasıyla şakalaşıyor, bazen de kendi başına sınırsız hayal gücü ile ilginç ilginç oyunlar çıkartıyordu. Eline aldığı yassı metalden imal edilmiş iki çay tabağını uzay gemisi gibi birleştirerek oradan oraya zıplayarak uçuruyordu. Az sonra dedesi girdi içeriye. Derin bir nefes alarak kuzine sobada pişen o sıcacık ekmeğin kokusunu çekti içine. Ardından buzdolabının üzerine bırakılmış eski yapraklı kitabı alıp torununun yanına camın dibine oturdu ve sayfaları bir yer arar gibi çevirmeye başladı. Bir ara duraksadı; ilk bahardan kalma kurumuş bir papatya duruyordu sayfaların arasında. Hafifçe tebessüm edip devam etti. Zaman zaman küçük çocuk, dedesinden yaşanmış kahramanlık öyküleri dinlerdi. Son dinlediği, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul fethetmesiydi. Küçük çocuk etkilenmiş olacak ki hayalinde bir ata biniyormuş gibi üzerinde sincap şekli dikilmiş eski taşyünü yastıkla bir kovboy gibi evin içinde koşturuyordu. İşte bu sıcak yuvada büyüyen küçük çocuk Neşat Ertaş'ın ta kendisiydi.
"Akvaryum un melodisi"
Saz sesi sarmis dört bir yani.
Gönülleri hos etmis.
Gönülleri birlestirmis.
Duygulari derinlestirmis.
Insanlar bir olmus.
"Gönlüm hep seni ariyor,neredesin sen,neredesin sen..."
Kimi sevdigini düsünürken,
kimi gecmisine yanarken,
kimi yavrusuna tam o "gönlüm hep seni ariyor" esnasinda simsiki sararken,
sükür ederken,
belkide ilahi adaleti beklerken,
kimi dudaklarini bükerek,ayni zamanda basini sag sola sallayarak "Var mi Nesat Ertas gibi si" diyerek,
bir türkünün insanin yüregine en direnden islemisine sasip kalir.
Uzay gemisine binip dünyaya yukardan baksak,
kanatlarimizi acip,
zoru basarsak..,
ne görürüz?
Ben ne görürüm?
Akvaryuma benzeyen yuvarlak bir sey.
Eline bir büyütecek al ve incele.
Icerisinde varlik üzerine varlik,seven,kiran,döken,
istanbul u fetheden Fatih Sultan Mehmet ve bir cok liderler,
sonra amerika da bulunan atlarina binen,ineklere bakan,iplerin sallayarak hayvanlari ,bazen de insanlari kovalayan kovboylar. Bellerinde silah tasima ihtimali yüksek olan senin benim gibi insanlar.
Sonra bir bakmissin.
Tüm bu insanlarin,varliklarin arasinda,bir varlik daha.
Nefes alan. Bir su damlasindan olusan.
Gövdesi yesil,
basi,saclari tane tane beyaz yaprak,
yüzü ise günes gibi sari.
Yeri,yuvasi toprak.
Papatya.
Rüzgar bazen savruruyor saclarini,gövdesini.
Bazen ip islak oluyor yagmur damlalarindan.
Ama yerinden hic kipirdamiyor.
Taki koparilasiya kadar.
Bazen topragin yerini doldurmak istercesine bir vazo nun icine su doldurulup icine koyuluyor.
Evin en güzel kösesine.
Kuzi sobanin sol yaninda bulunan masanin üzerine mesela.
Düsünebiliyor musun.
Buz dolabi gibi olan insanlarin yüregini simsicak eden yesil bir gövde.
Bir cicek.
Gün gelir balkonumuzun icine kuslar icin ayirdigimiz yemi yiyen,
kizil,kahverengi,minik elleriyle,
merakli,telasli bakislariyla,sevdigin birini hatirlatan,bana sevdami,canim esimi,babasina benzettigim kizimi,
bir sincap konar ve kizimla benim günümü neselendirir.
Ve bilirsin ki. Bilirim ki.
Böyle ve benzer anlar tipki su an Karsu yu acip "Jest oldum" u dinleyerek keyiflenmem gibi,
o icinde bulundugum akvaryumu okyanuslastirabilirim.
Allahin / Yaradanin izniyle.
Hic mi melodi gelmiyor kulagina?
Islik cal.
Uzay gemisi uzun zamandır yoldaydı. Gemide tam 30 kişi vardı. Bunların çoğu bilim insanıydı geri kalanlar da asker ve yöneticilerdi. Geminin görevi içinde yaşam olduğu düşünülen bir gezegende araştırma yapmaktı. İlk defa yaşam şansı bu kadar yüksek bir gezegen keşfedilmişti ve böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen uzay ajansları işbirliği yaparak hiçbir masraftan kaçınmadan böyle bir yolculuğun gerçekleşmesine imkan sağlamışlardı. Farklı alanlarda uzman olan 18 bilim insanı ve onları koruması için 8 asker bu yolculuğa seçilmişti.
Kendisine "Kovboy" lakabını takan Mehmet geminin ikinci kaptanıydı. Eğer kaptana bir şey olursa yerine geçecekti. Adını Fatih Sultan Mehmet hayranı olan babası vermişti. Yolculuğa gönüllü olarak katılmıştı. Çocukluğundan beri bilinmezliğe merakı vardı. Hayatındaki en büyük macerayı yaşama fırsatını kaçırması ihtimal dahilinde bile değildi. Ne ile karşılaşacağına dair hiçbir fikri yoktu ve ihtimalleri düşündüğü zaman kelimelerle anlatamayacağı bir heyecan duyuyordu.
Geminin gezegene 12 yılda ulaşması hesaplanmıştı ve yolun sonuna sadece 2 hafta kalmıştı. Hedefe 1 ay kala bütün mürettebat geminin yapay zekası tarafından uyku kapsüllerinden çıkarılmışlardı. Kovboy ve diğer 3 yönetici mürettebatın geri kalanından bir hafta önce uyanmışlardı. 12 yıllık yolculuğun sonunda artık hedefe sadece 2 hafta kalmış olması onu mutlu ediyordu. Zihnindeki düşüncelerle mutfağa gitti ve buzdolabından dondurulmuş yemek aldı. Ana salona gitti ve kuzine soba karşısında yemeğini yemeye başladı. Sobanın içindeki ateş gerçek değil hologramdı, gemide bulunmasının amacı daha otantik bir ortam yaratmak ve mürettebatın kendilerini gemide daha rahat hissetmelerini sağlamaktı.
Dünya hakkında düşündü. Aradan 12 yıl geçmişti ama onun için üç haftadan ibaretti. Dünyaya geri dönebilecek miydi bilmiyordu. Bu riski göze alarak bu göreve katılmıştı. Geri döndüğünde dünyayı nasıl bir yere dönüşmüş olacaktı hiçbir fikri yoktu. Tanıdığı insanları, ailesini orada bulabilecek miydi acaba?
Zihnini dağıtmak için müzik dinlemeye karar verdi. Kulaklığını taktı ve Neşet Ertaş eşliğinde yemeğini yemeye devam etti. Üzerinde papatya desenli bir kıyafet vardı ve böyle bir kıyafetin böyle bir ortamla ne kadar alakasız olduğunu düşünmeden edemedi.
Aklına evinde beslediği sincap geldi. Muhtemelen çoktan ölmüştü ama üç haftadır onu düşünmeden edemiyordu. Onu yavruyken bulmuştu. Annesine ne olduğunu bilmiyordu. Yalnız yaşıyordu ve evcil bir hayvan bakmanın iyi bir fikir olduğunu düşündü. Gitmeden önce onu arkadaşına emanet etmişti. "Umarım iyi bir hayat yaşamıştır." diye düşündü.
Yemeğini bitirdikten sonra kalktı ve cama baktı. Gezegen çoktan gözle görülür bir mesafeye gelmişti. "Çok yakında" dedi içinden. "Umarım geride bıraktığım hayatıma değer."
Ah Şu Hayat,Neşet Ertaşın Şarkıları Gibi Acımıdır.Yoksa Uzay Gemisi Kadar Hızlımı,
Bazen,Öyle Yalnız Bırakırki Bizi Bir Kuzine Soba Bulup Isınmak İsteriz.İliklerimize Kadar
Derdiyle,Kederiyle,Neşesiyle,Sevinciyle Yaşamaya Geldik,Becerebildigimiz Kadar
Biri Çıksa Gelsede Bir Papatya Verse Bize Herşey Çok Güzel Olsa
Fatih Sultan Mehmetin Gemileri Karadan Yürütüp İstanbulu Fethettigi Gibi Bizde Mutlulugu Sevgiyi Kardeşligi Yaşamı Fethetsek
Fethetmek İstiyoruz İstiyoruz Ama Bizi Durduran Birşey Var İstiyoruz Ama Yapamıyoruz.Nedenmi?Çünkü Geçmişte Bir Yıgın Başarısızlık Var
Ve Buzdolabı Gibi Soguyoruz İsteklerimizden,Hani Demiştim Ya Uzay Gemisi Gibi Hızlı Bir Hayat,Bir O Kadarda Yavaş Biz
Bu Yüzden Kırmak Lazım Zincirleri,Bir Kovboy Gibi Atımıza Binelim Hızlanalım Geçmişteki Başarısızlıklara İnat Savaşalım Devam Edelim
Moralimizi Bozan Ne Varsa Savaşalım,Pes Etmeyelim,Bir Sincap Kadar Yol Alsakta...
Ali akşam saatlerinde yaptığı gibi yine nehir kenarına doğru yürüyüşe çıktı.Dedesinin dağ evini ziyarete geldiği zamanlar bunu mutlaka yapardı ve yürüyüşler esnasında türlü düşüncelere dalardı.Birden aklına Arif Nihat' ın bir şiiri geldi.Şairin dediği gibi kendisi Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiği yaştaydı.Bu zamana kadar yaptıklarını, yaşadıklarını düşünmeye dalmıştı ki önünden hızla geçen sincap irkilmesine neden oldu.Sincabın gittiği yöndeki papatyaları farketti.Bir tanesini koparıp yoluna devam etti.Hava artık serinlemişti dağ evine dönse iyi olacaktı.
Dağ evinin gıcırdayan kapısını açtı, içerde bi Neşet Ertaş türküsü çalıyordu.Dedesi de uykuya dalmıştı.Evde olduğu zamanlar ya kovboy filmi izler ya da türkü dinlerdi.Kuzine sobaya odun attıktan sonra buzdolabını açtı.Bu uzun yürüyüşler onu acıktırıyordu.Bişeyler yedikten sonra sobanın yanına uzandı.Sobanın sıcaklığı ona çok iyi gelmişti ve hemen uykuya daldı.Rüyasında bir uzay gemisine binmişti ve uzayın derinliklerinde yol alıyordu.Rüyada olsa bu özgürlük hissi yüzünde bi gülümsemeye neden olmuş ve adeta hayal içinde gerçeği yaşamıştı.
Çok öz ve bütün anahtar kelimeleri bir araya bağlayan en net hikaye olmuş. Kaleminize sağlık.
Teşekkür ederim.
Ocak ayının başlangıcıydı bu sene kış daha sert geçiyordu sanki. Küçük kız şehirden uzaktaki evinde çoğu gece olduğu gibi yalnızdı. Evleri küçük bir kulübeyi andırsada küçük kız burayı seviyordu. Ahşap olan evden içeri girdiğinizde karşıda büyükçe bir koltuk koltuğun yanında kuzine soba,eski bir teyip, camın kenarında kitaplık , yerde desenleri karışık halı, sobanın olduğu duvarda asılı olan geyik boynuzları bulunuyordu.Küçük kız koltuğun üzerinde oturmuş babasını çizgi romanlarından bir tanesini okuyup arada kıkırdıyordu.
Birden aklına bir şey gelmiş gibi ayağa kalktı.Kuzine sobanın yanındaki teybe ulaştı ve her zaman yaptığı gibi gözlerini kapatıp bir tane kaset seçti onu teybe takıp merakla beklemeye başladı. Kulaklarını kabarttı kasetten "Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca" sözlerini duyunca yüzünde bir tebessüm oluştu. Babasından bildiği kadarıyla bu eser Neşet Ertaşa aitti ve babası sık sık dinlerdi. Arka fonda türküyü çalarken bugün akşam yemeğini yemediğini farketti ve buzdolabından dünden kalan yemeği çıkardı. Acelesi olmadığı için yemeği ısınması için kuzine sobanın üzerine bıraktı ve beklemeye başladı. Cam kenarındaki kitaplığa yöneldi dikkatini bir sıra dolusu adları Fatih Sultan Mehmet kitapları çekti sonra daha altlarda olan bi kitabı aldı rastgele sayfaları karıştırırıken kurutulmuş papatyayı farketti şaşırdı babası papatyaları hiç sevmezdi bunun üzerine çok düşünmeyip kitabı yerine bıraktı. Tekrar koltuğa oturdu battaniyesinin altına girdi ve çizgi romanına devam etti. Biraz zaman geçince büyük bir gürültü koptu ve bir anda evi ışıklarla doldu.Küçük kız irkildi dışarıdaki gürültünün sebebini öğrenmek için kapıya koştu ve kapıyı açtı. Kocaman bir balığa benzeyen cisim kapılarının önünde duruyordu. Küçük kız bu cismin adını babasının dergilerinden birinde görmüştü evet bu bir uzay gemisiydi. Uzay gemisinin kapısı açılıverdi ve içinden kendi yaşlarında kovboy gibi giyinmiş bir oğlan ve yanında tatlı mı tatlı sincap vardı. Oğlan "merhaba bizimle yıldızları yakından görmek ister misin?" diye sordu. Küçük heyecandan çığlık attı ve "evet çok isterim " diyip birlikte uzay gemisine bindiler ve sonsuz bir yolculuğa çıktılar. Küçük kız dünyayı geçince sonsuz ışıkların büyüsüne kapıldı. Küçük kız kızım kızım hadi uyan sesleriyle koltuğundan doğruldu.
ben yeni yazabildim
köy
Hafta sonu ailecek köye gitmiştik dedemle ananemi ziyarete..Varışımız akşam saatleriydi.Köyde en çok sevdiğim şeylerden biride kuzine soba....Kuzine soba benim çocukluğum,hem ısındığımız ,üstünde yemek pişirdiğimiz,çay içtiğimiz gibi etrafında toplanıp sohbet ettiğimiz demekti...Akşam yemeğimizi yemiş yine toplanmıştık.Bahar aylarında kuzenlerimle topladığımız papatyaları,ananem kurutmuştu..Şimdi ise papatya çayı kaynatıp içmiştik..O çayın buharında da ne sohbetler etmiştik. Kuzenimle birde sonbaharda ağaçtan ağaça tırmanırken gördüğümüz sincapları hatırlamıştık..Yine baharın gelmesini istedik....Televizyonda da 1970 lerden kalma bir uzaylı gemisi filmi vardı adı üstünde turist ömer uzay yolunda diye gülüşerek izlemiştik..Bi sonraki günde Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiği gündü ..Dedem tarihi sever tarihi olaylara da önem verirdi..Bize bu önemli günle ilgili hikayeler anlatmış,öğütlerde bulunmuştu..Sonra kuzenlerimle amcamın sazını bulup getirdik..O neşet ertaş hayranıydı..Bol bol türkü söylemişti, eğlenmiştik. Böylelikle vakit baya ilermişti. Sonra uykumuz geldi,uyuduk..Sonraki gün pazar günü idi.Trt'de her pazar kovboy filmleri çıkar.. Babam ve amcam hala izler....Yine izliyorlardı,bu arada kahvaltı hazırlanıyordu. Bende yardım ettim..Buzdolabında süt yumurta vardı,çıkardım.Hep beraber güzel bi kahvaltı yaptık. Artık Dönüş vakti gelmişti. Babamlarla dönüş yoluna doğru yol aldıkk..Yine güzel bi hafta sonu idi.Eve varır varmaz günlüğüme yazmıştım...
nasıl oldu acaba sizden bi cvp alabilir miyim :))))merakla bekliycem :)
Yakışıklıydı. Her gün izlediği filmlerin etkisinden midir bilinmez kovboy şapkası takmış, şapkanın altındaki gözlerle sevdiğine bakıyordu. Sevdiği, yeşillerin içinden bulduğu papatyaların heyecanıyla yaprakları koparmaya başladı. Son yaprak "seviyor" diyordu. Birbirlerine baktılar, sevgilerini hissettiler. Seslendi, "seninle evimiz olsun istiyorum, sıcacık olsun, müziğimiz çalsın, sobamız yansın, hatta kuzine sobamızın üstünde kestane pişirelim istiyorum, kokusu her tarafa yayılsın." Kız, mutlu olsa da şunları ekledi. Hayat, iyi ve kötü olan her şeydir. Sobada yanmaya da varım seninle buzdolabında donmaya da. Yakışıklı çok etkilendi ve sevdiğini ödüllendirmek istedi. "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şeyi beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak." Yaşamak istiyorum seninle dedi kız gözlerinde yaşlar ve heyecanla. Nazım Hikmet mi seviyorsun? "Evet, şiirde Nazım Hikmet'i, türkü de Neşat Ertaş'ı. Daha başka neler sevdiğimi bilsen. Senin gönlünü de Fatih Sultan Mehmet gibi fethetmek istiyorum. O gönül ne güzel gönül." Kız, yaşamak sevincinden dolup taşıyordu. "Seninle dünyanın her yerinde olmaya varım dedi. Yeter ki yanımda sen ol. Hatta bak dünyanın dışına bile çıkabilirim. Bir uzay gemisi bizi alıp götürse onunla uzaya bile giderim seninle." Sarıldılar. Yaşamak onlar için anlamlıydı.
Yazılanların arasındaki en iyi aşk hikayesiydi. Kaleminize sağlık.
harikaaaa
Keyifliydi.Emeğinize sağlık 👏
Sıcak bir yaz günüydü.Güneş tüm çıplaklığıyla odamdaydı.Uyandığımda annemin yaptığı mis kokulu kurabiyeler burnuma doldu.Yatağımdan doğrulup,dışarıya baktım.Çok sessizdi.Merdivenlerden hızlıca inip mutfağa koştum.Annem sabah kahvaltısı hazırlıyordu.Babam ise radyodan çok sevdiği Neşet Ertaşı dinleyerek gazetesini okuyordu.Çok susamıştım buzdolabında soğuk su kalmamışti ama.Babamın yanına oturdum.Onunla birlikte ben de gazete okumaya çalıştım.
Kahvaltımızı yaz günleri mis gibi papatyalarla dolu bahçemizde yapıyorduk.Kahvaltıdan sonra Babam bana hikayeler anlatırdı.Çok severek dinlerdim hikayeleri özellikle tarih hikayelerini.Bugün Fatih Sultan Mehmet'in hikayesini anlatacakti.O anlatırken ben gözlerim uzaklardaki ağaçlara dalmış,hikayeyi kafamda resmediyordum.O sırada ağaçta bir hareketlilik dikkatimi dağıttı.Bu küçük bir sincaptı.Meraklı ve tedirgin haliyle ağaçtan inmeye çalışıyordu.Hikaye bitince hemen odama koşup kovboy oyuncağımı kaptım ve bahçeye çıktım.Fatih sultan Mehmet bir kovboy oldu ve onun kahramanlik hikayesini tekrar canlandırdım.Bir an gözüm evimizin hemen bitişiğinde ki kilere takıldı.Merak duygum ağır bastı ve içeri girdim.Biraz karanlıktı ve korkmuyordum.İçeride birkaç eşya benim eski oyuncaklarım ve kışın kullandığımız kuzine soba vardı.Oyuncaklarimi karıştırmaya başladım.Arasında ne zaman çizdiğimi hatırlamadığım bir uzay gemisi resmi vardı.Tozlanmıştı.Dışarı çıkıp tozlarını üfledim.Hemen odama çıkıp bi yere yapıştırmayı düşündüm.Ama zaten odamın her köşesi çizdiğim resimlerle doluydu.Ama bir yer bulmuştum.Yatağımın hemen yanında ki duvara yapıştıracaktım.Geceleri uykuya dalmadan önce bu resme bakıp belki bir gün uzaya çıkmak ümidiyle hayaller kurup uykuya dalardım,kim bilir belki hayal olmaktan çıkar...
Bizim çocukluğumuz çok güzeldi. Biz 90 li yılların cocuklariydik.
Babalarımız ya maraba ya taksici yada yolculardi, sonuçta hepimizin babası nesat ertesi dinlemiştir.
Biz o babalarin çocukları olmakla aslında fakir degil dünyanın en zengin yurekli babaların cocuklariydik.
O babalarin, kız kardeşleri, esleri ve kızları kis ayında hic bir zaman ici dolu olmayan buzdolaplardan ve evimizin kis ayinin olmasa olması kuzine sobayla hem midemizi hem bedenimizi hemde yüreğimizin ihtiyacını gideren kutsal kadinlardi onlar
Sonra ne oldu bilmiyorum herseyin yeri değişti. Okul yıllarında öğrendiğimiz gercekler tek tek yalan olmaya başladı. Beynimizdeki gercekler yerine gercek olmayanlarla tanistik. Fatih sultan mehmet yerine uzay gemisine inandık. Sonra hepimiz hayata hic farkında olmadan birer kovboy olduk. Daldan dala dolaştık sincaplar gibi. Ama insandık hayvan degildik. Insan oldugumuzu unuttuk.
Ve farkina vardimki ben son kez çocukça inandigim papatya falına baktigim o Gun çocukluğumun son günüymüş....
Dışardan gelen rüzgar seslerini dinliyordu. Kazağına dokundu. Gerçekten de çok kalındı . Bu Kazak üstündeyken üşümesinden daha saçma bir şey varsa ekim ayında üşümesiydi. Atayacak daha sıcak bir yer bulamamışlar mıydı yahu. Keşke birinin aklına bu köye doğalgaz getirmek gelseydi diye düşündü. Sonra sürekli söylendiği için kendine kızdı ve aldığı kuzine sobayı kurmaya karar verdi. Sincap şeklindeki halı terliklerini giydi. Bunlar onun uğurlu terlikleriydi ona bu zorlu görevde yardımcı olacaklardı. Sobanın kullanma kılavuzunu okudu. Saatlerce uğraştı ve sonunda kurmuştu. Kullanma klavuzunun altında çok küçük bir not vardı. Saatlerdir bakmasına rağmen yeni görüyordu. Not: eğer sobanın içine girebilirseniz paralel evrenlerin birine yolculuk yapabilirsiniz. Bu da neydi. Kullanma kılavuzunu hazırlayan kişinin belli ki canı sıkılmıştı. Ama onun da canı sıkılmıştı. Denemekten zarar gelmezdi. Kahkalar atarak sobanın içine girdi. Aniden dünya dönmeye başladı kulakları çınladı ve kendini ailesinin yaşadığı evde buldu.babası buzdolabından domates çıkarıyordu. Babası Onu farketmedi. Görünmez olduğunu anladı. Babası yemek yapıyordu. Bir saniye onun babası asla yemek yapmazdı. İçeri girdi annesi Trtdeki kovboy filmlerini izliyordu. Bu işte büyük bir terslik vardı. Annesi mutfağa doğru gitti. “Cafer ben kahvehaneye gidiyorum nerimanlarla batak falan oynayayacağız. Bir şey lazım mı gelirken alayım?” “Sen anca kahvehaneye git hiç şu kocamı alayım biraz gezdireyim tüm gün çocuklara bakıyor diye düşünme ah ah”. “Cafer bir kere de söylenme be öf sana soranda kabahat.” Sanırım paralel evrende kadın egemenliği vardı. İşte bu gerçekten içini rahatlatmıştı. Kardeşinin odasına girdi. Facebookta paylaşacak özlü söz arıyordu. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek ki diye düşündü .Kardeşi kendi kendine konuşuyordu. “Ay ne yazsam. Neşat ertaşın sen 17 yaşımsın kitabından sözler. Ara . Hıh bu iştee . Papatyalar diyorum albayım iyi ki varlar .paylaş. “ hayır neşet baba bu hallere düşmüş olamazdı. Hemen kendi odasına gitti. Bilgisayarını aldı . Haberleri okumaya başladı. Aleyna tilkinin uzay gemisindeki fotoğrafını gördü. Üstüne uzaya çıkan ilk insan aleyna tilkinin aya ilk adımı atışının 100. Yıl dönümü yazıyordu. Diğer haberi okudu . Amerikan doları değer kaybediyor. 1 Türk lirası 6 doları gördü. Bu ekonomik krizde devlet başkanı justin bieberın nasıl bir politika izleyeceği merak ediliyor. Bu evreni giderek sevmeye başlamıştı. Birden yanına kullanma kılavuzunu almayı unuttuğunu farketti. İyi de nasıl dönecekti. Hemen internete paralel evren yolculuğu yazdı. Bir reklam vardı . En güvenli paralel evren yolculukları için fatih sultan Mehmet kuzine sobacılığı tercih edin. bu kadarı da fazlaydı koskoca fatih sultan mehmet soba mı satıyordu. Kendini İstanbul’u kim fethetti diye aramaktan alıkoyamadı. Demek enes batur... bu defa şaşırmamıştı. Fatih sultan Mehmet kuzine sobacılığın adresini aldı. Oraya gidip mağazadaki bir sobanın içine girdi. Zaten yeterince eğlenmişti. Evine geldi. Hala soğuktu. Sobayı yakmayı denedi ama evi duman bastı bir türlü beceremiyordu sonra neden yakamadığını anladı.Ayağındaki sincaplı terliğin teki yoktu. Belli ki o evrende kaybetmişti. Onu bir yolculuğun daha beklediğini anladı.
Bu yaratıcılık mevzu ise senin yaratıcılığından çıktı...
Benim hiç aklıma yaratıcılık gelmedi ama sen bunu araştırıyorsun.emegine sağlık beyhan bey
BİR AKLI KARIŞIK HIKAYESİ..
Geçen gün, uzandığım yerden tavana bakarken, aklıma ne kadar işe yaramaz insanlarız, neden insanlık adına birşeyler yapmıyoruz? Diye bir düşünce geldi. Sonra aklıma "Geleceğe Dönüş" filmi geldi! Oradaki doktorun zaman makinesini düşündüm. Sonra "Uzay Yolu" dizisi geldi aklıma ve orada zamanlarının çoğunu geçirdikleri "UZAY GEMİSİ". Sonrasında biz insanoğlu neden birşeyler icat etmiyoruz? Kafamız neden hep günlük boş şeylerle zahirleniyor ve biz neden hâlâ buna müsade ediyoruz? Evet belki bir "FATİH SULTAN MEHMET" olamayız ama istesek biz de birşeyler yapabiliriz. Aslında ilk yapmamız gereken şu üşengeçliği üstümüzden atmaya çalışmak olmalı. Düşünsenize insanlar neler icat etmiş. Ne fikirleri hayata gecirmişler. Meselâ "BUZ DOLABI". İnsanlığın medeniyete koca bir atmasını sağlayan ve hayatı kolaylaştıran büyük icat! Geçen gün aklımdan geçen düşünceyi tekrar anımsadım; Küçüklüğümüzde neden çok daha fazla şanslı hissediyorduk? Bunun birçok sebebi vardı. Sobanın üstünde ekmek kızartmak diye birşey vardı mesela! "KUZINE SOBA'DA" patates pişirmek diye birşey vardı. Televizyonda sık sık çıkan "KOVBOY" filmleri vardı. Sokakta oynadığımız evcilikler vardı. Birçok güzellik vardı. Şimdilerde yitip giden..
Sonra büyüdük ve birçok değer yitip gitti. "PAPATYA'DAN" taçların yerini sahte taçlar aldı. Aslında eski insanlar birşeylerin değişeceğini biliyorlar gibiymiş. Eski şarkıla,r türküler bize bunları hep vurguluyordu. Mesela; "Ah Yalan Dünya-NEŞET ERTAŞ". Daha saf aşkların olduğu dönemlerin derdini sazına anlatmış usta şair ve türkücüleri gibi..
Şimdilerde insanlar kendilerini doğaya atma çabasına girdiler. Bunun nedeni kendimizin ve kalıplarımızın içinden çıkma isteği. Bir şeyler icat edemiyor ve kendi keyfimize bozmak istemezken, bir yandan da bize aslında neyin iyi geldiğini anlamaya başlıyoruz. Ve sanki asıl önemli olan şey, hayat mücadelesi verirken sağlam kafa - sağlam vücut ilkesini unutmamak. Tabi "SİNCAPLARI' DA" unutmayın. Ben unuttum siz unutmayın 😅 Sevgiler, selamlar 😊
Gec(me)mişe Özlem
Gün geçmiyordu ki yeni bir şeye alismasin.Yıllar önce böyle düşüneceğini nereden bilebilirdi.Hep daha fazlasını isterdi.Fatih Sultan Mehmet in Istanbul u fethettiği yaslardaydi.Saf, masum duygularla kurdu hayallerini.Izledigi kovboy filmlerindeki kahraman edasıyla içten içe kaçırıyordu sincap denen şüphe...Kendisinde ve yaşadığı çevrede yaşadığı değişim çok hızlıydı ve durduramiyordu.Zamanı alıp buzdolabına sığdırmak ve oraya hapsetmek geçti aklından.Ama bu imkansızdı.Değişim kaçınılmazdı.Zaman su gibi alıp geçecek. Beraberinde de birçok şeyi de alıp götürecek.Kuzine sobanın başında yapılan dost sohbetleri, Neşet Ertaş in türkülerinin yüreklerde yer edindiği hisleri, yerini papatya fallarina bırakan gerçek sevgileri...Evet çok şey değişmişti.Bir uzay gemisine hapsedilmisti insan insanlar arasında.
"Yolculuk"
Bizim uzay gemisinin bir üst modeli çıkmış, annem tutturdu komşunun var bizde neden olmasın:) Toplaştık yeni aracımıza bindik vee hayırlı yolculuklar bize. Radyoda Neşet Ertaş, "bahça duvarından aştım sarmaşık güllere dolaştım" dinliyoruz. Haa bu arada nereye gittiğimiz söylemeyi unuttum, haftasonu babaannemin yanına gidiyoruz, kuzineli sobada çok leziz su böreği yapar bunu kaçırmam. O böreği hazırlarken ben de kendimle papatya tarlasında gezintiye çıkıyorum. Tıpkı yalnız kovboylar gibi :) bu topraklarıgezerken geçen gördüğüm bir rüya aklıma geldi , "bu vatana sahip çık, hizmet et" diyordu Fatih Sultan Mehmet, sahi rüyada devlet büyüğünü görmek ne demek acaba bunu dönünce babaanneme sormalıyım. Nihayet eve döndüm, buzdolabındaki reyhan şerbetinden içerken penceredeki sincap benden Bi şeyler ister gibi bakıyor, sanırım su böreğinin kokusu çekti onu:)
🧣Sürpriz kaçamak ve ardındakiler 🧣
Soğuk bir kış günüydü. Nereye gittiğimize dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Arabamızı çalıştırıp ıssız bucaksız bir yerlere gidiyor gibiyiz.🤷🏼♀️ Çam 🌲meşe, 🌳Çınar ağaçlarından oluşan engebeli yolları aştıktan sonra küçük etrafı ağaçlarla sarılmış Bir bağ evi havası olan bir yerdi burası.. Hep Ali’yle birlikte hayal ettiğim bir yerdi burası.. İş stresinden uzak, doğayla başbaşa.. Çektim mis gibi oksijeni içime 🗣 yeşilliğin sonsuz tonlarını içime aldım 🍃sanırım huzuru buldum🌸 dışarıdaki ayazdan bir an önce kurtulmak için İçeriye koştum. Tirtir titreyen ellerim içerde aradığını bulamadı Bu nasıl soğuk! ❄️ Giydiğimiz yün Kazaklar Üşümemize engel olmuyordu. Ali hemen antik gibi duran sanki bizim için kurulmuş📍kuzine sobaya📍 odun çalı çırpı aramaya koyuldu. Ben de odalara bakmaya başladım. Nasıl bir yere gelmiştik biz burası neresiydi? Küçük bir evdi kutu gibi. Kapı direk bu oturma odasına açılıyordu mutfağı ve kapısı kapalı iki oda daha vardı. Kapıları açıp açmamak arasında kaldım. Ama merakıma engel olamadım🤷🏼♀️ İçeride ne olabilirdi ki diye düşündüm En yakın olan odanın kapısının kulpunu yavaş yavaş aşağı indirirken. Gıcırdayan kapı sesi adeta bozuk bir araba motoru gibiydi ve kapıyı ardına kadar açtım. Gördüklerim 😱 ❗️Neydi öyle ❓
Beyaz çarşaflar da üstleri kapatılmış hayalet odasını andıran ve çığlık çığlığa bağırmama sebep olan korkunç bir oda 😳 kendimi korku filminde hissetmiyor değildim. Birazdan o hayaletler yanıma gelip beni ısırıp beni onlar gibi yapıp... hemen Ali’nin yanına koştum. Ali yoktu.. Aliiiiiiiiiiiiii nerdesiiiiiiiiiiiiiiinn ? Ses yoktu.. dışarıdaki soğuk hava içime işliyordu adeta hemen içeri girdim telefona sarıldım ama Şebeke yoktu. Peki ya şimdi ne yapmalıydım❓ cesaretimi toplayıp odaya tekrar döndüm. Beyaz çarşafları yavaş yavaş kaldırmaya koyuldum. İlk çarşafın altında antika bir Radyo 📻 aynı babaannemin evindeki radyolara benziyordu.Üstündeki tozu aldıktan sonra kahverengi görüntüsü boy gösterdi. Diğer beyaz çarşafları açmaya koyuldum.Aman allahım ayağımda olan neydi 😱 başımı yavaşça aşağı eğdim onu gördüm yüreğim ağzımdan çıkacak gibiydi, kalp ritmim artıyor,kısa soluklu nefesim bağırmamı engelliyordurdu.Kuyruğu yukarı kalkıp bir şeyler yürüyordu o da neydi ? Bu bir 📍sincap📍Bir çırpıda tozlu odadan radyoyu alıp oturma odasına geldim. Kapıyı kırdım mı emin değilim ama kulpunu çektiğim gibi oturma odasına ışınlanmıştım. Kendime gelmem ne kadar sürdü bilmiyordum Ali hala ortalıkta yoktu. Radyoyu açtım çekmesinin imkansız olduğunu biliyordum. Ama kasetten olsa gerek şarkı çalmaya başladı.📍Neşet Erbaş’ın en sevdiğim şarkısıydı ‘Ahh yalan dünya , Yalan dünya , Yalandan yüzüme kalan dünya’ korkumu unutmuştum taa ki tıktık kapı sesi gelene kadar. Artık emindim korku evine geldim evet evet korku evi. Ali’den başkasını beklemiyordum.. Kapı kulpunu yavaşça aşağı indirdim kapıyı araladım Çok şükür tanıdık bir yüz gördüm gelen Ali’ydi.🙏🏻 ona bağırmama bir şeyler anlatmama fırsat vermeden elimi tuttu Ve hemen beni bağ evin yan tarafına sürükledi adeta.Aman allahım gözlerime inanamadım korku evi tamamen gözümün önünden gitmiş bir cennet vadisi görür gibiyim. 📍papatya bahçesi📍 yüzlerce hatta milyonlarca papatya... tam papatya bahçesinin ortasında 📍 kovboy şapkası takmış📍yalnız bir adam duruyordu bendeki gözler fal taşı 😳 gibi açılmaya başladı. Ali ise bana kıs kıs gülüyordu. Komik olan neydi ki ben burada aksiyonlar yaşarken. Ali de jeton düşmüş ve anlatmaya koyuldu. -O başkalarının burada birinin yaşadığını düşünmesi için koyulmuş ve sopalardan yapılmış insan kıyafetini giydirilmiş sopa adam- ... sobamızı yaktık ve etrafına iliştik. Ali de bana buranın hikayesini anlatmaya koyuldu. -Bir kadeh şarap hayatım -Olur 🍷 Bir yandan kadehleri dolduruyor bir yandan Ali’yi dinliyordum.. Şaraplarımızı yudumlarken ali anlatıyor da anlatıyor ben de ağzını ayırmış söylediklerini can kulağıyla dinliyordum. Burası sanırım beşinci kuşak bir evdi. Büyük büyük dedesinin 📍 Fatih sultan Mehmet📍 İstanbul’u fethettikten sonra keşfedilmiş ve sınır noktasına yakın olduğundan karşı taraf askerleri izlenmesi yapılmış için bir ajan eviydi diyebiliriz. Hemen kolumdan tuttu ve beni antika odaya aldı. Gözlerim sincabı ararken kulaklarım Ali’nin söylediklerindeydi. Tüm beyaz çarşafları kaldırdı. Gözüme en çok takılan 📍 uzay gemisi gibi görünen sandalye📍 Ve ilgimi en çok çeken 📍 buzdolabında saklaması akıl edilen bir yığın antika silahlar📍 Ve hikayelerini anlattıkça anlatıyordu En son nerede kaldığımızı bilmiyordum uyandığımda sabah güneşi gözlerimi yakıyordu..
melis toksöz ellinize sağlık melis hanım çok güzel yazmışsınız 😍
Papatyalarla dolu bir bahçede alı her zamanki gibi astronomi dergisine gömülmüştü. Yeni model uzay gemisi standartların cok üstünde ve hayatımda içine astronot olarak girmek istediği muhteşem bir araçtı. Dergiye bu kadar dalmışken annesinin mis kokulu kuzine soba mucizesi kömbesi hayallerine ara vermesine neden oldu. Hemen sofraya koştu. Ailecek toplandılar kahvaltının başına tabiki bir kişi eksikti en yakın arkadaşı süslü de burda olmalıydı tabiki siz tanıyamadınız o benim sincabim. Acaba hangi deliğin içindeydi. Ablası da buzdolabından daha yeni çıkardığı tam da kömbeye yaraşır ayran da elinde geliyordu salina salına. Ayşe de abisi ali gibi kahvaltıya koşarak gelenler arasındaydı. Aysenin gelmesiyle başladılar iştahla yemeğe. Tabiki 3 konuşuyor 1 lokma atıyordu ağzına. Dünkü inkılap dersinde öğrendiği padişah fatih sultan mehmet geceden beri çıkmamıştı aklından. Bir insan nasıl olurdu da bu kadar genç yaşta bir imparatorluğu yönetir hem de imkansız denilen istanbulu karadan gemi yürüterek fethederdi. Bu sorular kafasında gelip giderken hocasının verdiği ödevle hemen babasına yöneldi. "Babacığım memleketimiz neresi ? " kızım kırşehir ya hani neşet ertaş diye büyük ozanın türkülerini soylemistin size anlatmıştım sana ne büyük üstad olduğunu hatta hemşeriyiz demistim, güzel kızım." Ayşe sorularının cevabını bula dursun , Ali'de akşamki tiyatro gösterisi için heyecan vardı , ilk defa sahneye çıkacak hem de en yakın arkadaşlarının olduğu gösteri de kovboy rolünde başrol oynayacaktı. Hazırlıklar icin ailesini selamladı gösterisi için okulun yolunu tuttu.
Yarıyıl tatilimizin sekinci günü bugün. Gözlerimi açtığımda tan yeni yeni ağarmakta, ev oldukça serindi. Kuzine sobayı yakmak için ormanın yolunu tuttum. Odunları toplarken sincap komşularım meraklı gözlerle beni selamlıyordu.
Eve geldim sobayı yakıp üstüne birde papatya çayı demledim. Buzdolabından iki yumurta çıkardım. Kahvaltıyı hazırlarken birden oğlumun sesiyle sıçradım.
-Anne anne eğer Fatih Sultan Mehmet aslında bir su aracı olan gemileri karadan yürütmeyi akıl etmese şimdiki uzay gemileri belki de olmazdı, bence her şey birbiriyle bağlantılı sadece ipuçlarını takip etmem gerekiyor.
Dedi. Gülümsedim ve
-Elbette her şeyin sebebi aslında tek bir şey bulmaya çok yakınsın düşünmeye devam et.
Dedim. Topladığım odunlardan birinin üstüne binerek kendince çoktan bir kovboy olmuştu. Eşim uyanmış içerideki radyodan Neşet Ertaşın sesi geliyordu. Bu andan daha güzel olan çok az şey vardı.
GÜNÜMÜZDEN GECMİSE GECMİŞTEN GÜNÜMÜZE
Sabah kahvemi alıp salondaki camın önünde yudumlamaya başladım renk ziyafeti sunan bahçem de göz gezdirirken en sevdiğim bölüme gelmiştim her izleyişimde beni geçmişime götürür bu papatyalar acı ve tatlı anılar baslar gözümün önünde canlanmaya hayatım bir kısmı resmen kuzene sobaya atıp yakmışım yada arkadaşlarımın tanımı daha enteresan gelmişti o dönem için kovboy hayatı yasıyordun derlerdi ne günler fatih sulatanın İstanbullun yıktığı surlardaki taslar kadar kırdığım ve üzdüğüm inasan vardı ama hep sininden en kötüsü en sevdiğime yapmıştım sonra bir anda hayatımı alt süt eden küçük bir kaza ancak hayatımda etkisi büyük oldu buzdolabında unuttuğum bir tarafımı bulmama sağladı sonrası ise Yeşilçam hikayelerindeki gibi bir geri dönüş oldu derken hep aklıma çölde bir adam haykırışları aklıma gelir gülmemek için zor tutardım kendimi önce beni her koşulda seven o tatlı hanımefendinin kalbini tamir etmeye başladım gerisi corap söküğü gibi geldi demek en basiti benim için kırdığımı onarmak için önce o kişiyi bulmak gerekiyordu kime selam verip sorsam önce küfür sonra ya kapı yada tel kapatılıyor yüzüme taki tesadüfen beni tanımayan arkadaşına denk geldim onun üstünden ona bir demet papatya yolladım onun bana ilk defa açıldığı bir yer vardı hisar tarafında oraya davet ettim ancak dalga geçiyorum zannedip gelmemiş arkasından öğrendim bunu bu sefer utanarak karsısına çıktım ve konuşmak için onu davet ettim önce gülümsedi biraz yürüyelim dedi yürümeye başladık önce çılgın bir evlilik teklifi zor bela ayarlamalarla nasa turunda zuay gemisinde nesat ertaslı bir evlilik teklifi ve bu sabaha kadar gelen uzun bir yürüyüş taki her sabah oldugu gibi sincapların camı tırmalamalarıyla anılardan uyanıp bir defada bahçeye bakıp esime sarılıp ise gitmek için yolacıkarım
Rüzgar
Dünya dönüyor. Bir at üzerinde evreni dolaşıyorum. Kovboy diyorlar bana. Kafamda eski püskü kahverengi bir şapka olduğu için heralde diyorum(bu yanılgıya son vermem lazım) . Ufukta yüzlerce papatya, onları seyrediyorum. Birden aklıma onlardan kendime bir taç yaparsam artık kovboy sanılmayacağım düşüncesi geldi. Bu his beni öyle heyecanlandırdı ki koşarak yanlarına gittim. Koparttığım onlarca papatyayı şapkamın içine koydum. Tacı yapmaya başladığım sırada uzaklarda bir uzay gemisi olduğunu farkettim. Gemiden gelen müzik sesleri beni oraya doğru çağırdı. Giderken acaba içeride Mustafa Topaloğlu ile mi karşılaşacağım düşüncesini bir türlü kafamdan atamadım. Kapıyı açtım ve artık müziği daha net duyuyordum. Neşet Ertaş'ın Mühür Gözlüm türküsüymüş. Sözlerine iyice kulak verdim ve ozanın sevdiğini bir sincaptan dahi kıskanabileceğini anladım. Sincap bana güçsüzlüğü ve kaçışı hatırlatıyormuş. Türküyü eskiden ne kadar sevdiğimi düşündüm. Şimdi burada bir geminin içinde neden bu türkünün çaldığını anlamaya çalışmak epey zor geldi. (Zorlanınca kaçtım tabi) Dışarıda, çoçukluğumda gittiğim yaylalarda esen rüzgarları hissediyordum. Ben ve atım gerçekten üşüyorduk. Uzay gemisine bağladığım atımı da alıp geminin içine girdim. Hava bir anda soğumuştu ve çok acımıştım . Güçlükle buzdolabından aldığım domatesleri ellerimin arasında ısıtmaya çalışmam acaba hangi yönetmenin filminde aşırı gerçekci bir rol oynuyorum diye düşünmeme sebep oldu. (şimdi anlatacağım kısımda bir rüyada mıydım inanın bilmiyorum) . Geminin yan kısmından bir kapı açıldı ve hafızam benimle bir oyun oynamıyorsa bu gelen Fatih Sultan Mehmet'ti. Aniden ayvaz bu gelen bu gelen diye bağırmaya başladım. Allahım ne diyorum ben o Köroğlu ile ilgili bir türküydü. Fatih şimdi ne düşünüyordur hakkımda kim bilir. Şarkın ve garbın efendisi karşımda bir şey söylemeden duruyordu. Heyecanıma yenik düşüp " Padişahım sizce de hava çok soğuk değil mi?" diye soruverdim. Üzerindeki kürkle pek üşüdüğünü sanmıyorum ama neyse. Hayır üşümüyorum ben sana yardım etmek için geldim, dedi. Nasıl yani? FATİH SULTAN MEHMET BANA YARDIM MI EDECEKTİ?? Bu uzay gemisini papatya tarlalarının kıyısından geçerek kocaman mağaraların olduğu bir dağın eteğine götüreceğiz. Orada senin için hazırlanmış bir kuzine soba var. Sobayı gördüğümüzde ben papatya tarlalarına doğru geri döneceğim. Sen de sobayı geminin içine koy ve yak. İşte o zaman ısınırsın. Bu fikrin padişaha ait olması ve donmaya başladığımı düşününce hemen tamam dedim. Gemiyi ikimiz sürükleye sürükleye dağın eteğine getirdik. (21.yy uzay gemisini karadan yürütmece) Kuzine sobayı gösterdi ve artık gitmesi gerektiğini söyledi. Papatya tarlalarına gidene kadar çok yorulacağını düşündüm ve atımı ona verdim. Minnettar bir o kadar da gururlu ifadesiyle gülümseyip uzaklaştı. Sobayı geminin içine taşıdım. Aman Allahım! Peki ben sobayı neyle yakacaktım? Hadi benim aklıma gelmedi de padişahın nasıl aklına gelmedi ya, olabilir miydi böyle bir şey? Etrafımda sobayı yakabileceğim hiçbir şey yoktu ve ben gerçekten parmaklarımı hissetmemeye başlamıştım. Bir an gözüme şapkanın içinde topladığım onlarca papatya ilişti. Hayır onlar beni kovboyluktan kurtaracaktı. Eğer yakarsam tacımı yapamayacaktım ve yine evrende bir kovboy dolaşıyor diyecekti görenler. Biraz zaman sonra bütün papatyaları sobanın içine koydum ve yaktım. (bir gezginin her zaman kibriti vardır) Onların yanmasını seyrederken ellerime ulaşan sıcaklıkla uyuyakalmışım. Şimdi uyandım dışarı çıktım hava normale dönmüş. Şapkamın taktım ve evime dönmeye karar verdim. Ama benim evim neresiydi ? Dünya dönüyor. Ben dönüyordum.
Yine bir mart sabahıydı.Mevsimlerden ilkbahar olmasına rağmen kışın o sert soğuğu hala ülkeyi terk etmemişti.Yıllar önce Fatih Sultan Mehmet Han'ın Bizans imparatorluğundan aldığı İstanbul o günden bu yana çok değişmiş çok güzelleşmişti.İstanbul'un sessiz ve sakin mahallelerinden birinde Şevket adında yaşı biraz ilerlemiş,saçlarına yer yer aklar düşmüş,çehresi solmuş orta boylarda sıska bir amca biraz eskimiş tavanları rutubetlenmiş evinde kuzine sobasını yakarken radyosunda Neşet Ertaş'ın bizi kendimizden alıp götüren türkülerinden biri çalıyordu.Diğer tarafta karısı Lütfiye teyze yemek yapmak için buzdolabından birkaç domates çıkarırken mutfaktaki küçük televizyonda uzay gemisi ile ilgili bir program yayındaydı.Lütfiye teyze,program ilgisini çekmeyince kanalları çevirmeye başladı.Kanallarda belgesel ve kovboy filmlerinden başka hiçbir şey yoktu.Onlarda ilgisini çekmeyince televizyonu söndürdü.Tam o sırada Şevket amca Lütfiye teyzenin yanına gelip:
-"Hanım hadi bana bir papatya çayı yap.Onu yudumlarken birkaç sahife okuyayım bari kitabımdan.Baksana ne gelen var ne giden.Evlatlarımızdan biri bile gelip halimizi hatırımızı sormadı yuvadan uçup gittiklerinden beri.Hepsi bir köşede.Artık nesil gençken ruhunu öldürüyor.Ne diyelim Allah kötü yola düşürmesin."
Lütfiye teyze ona cevaben:
-"Amin bey amin.Kötü yola düşmesinlerde biz kendi başımızın çaresine bakarız." dedi.
İnsanlar bunca nankör.Kendisine 18-20 yaşına kadar bakıp büyüten anne babasına dahi halini hatrını sormuyor yuvadan uçup gittikten sonra.Ama herkes bir şeyi bilip yaşamalı bence:
-Ölüm var ve saati yok.Sevdiklerinin değerini bilmeli herkes.O toprak olduktan sonra toprağına "seni çok seviyorum" demek;kalbini kırdıktan sonra özür dilemek kadar çaresiz...
Yaşım biraz küçük o yüzden yanlış bağlantılar kurduysam affola.Biraz nostaljik olsun dedim:))
-İçime Doğru-
Gözlerimi devirdiğim her gece sanki başımdan aşağı gözyaşlarım akıyor. İmkansızlıklar içinde bir imkan aramak için çırpınıyorum. Mavi gözümü aynaya dikip kendimi inceliyorum. Aynalar bugün yabancı, sesim bir hayli çatallı ve ellerimse soğuktan buz kesiyor. Dalıp gidiyorum düşüncelerime. Kuzine soba bile kışımın ayazını alamıyorsa şans bana uzaktan gülümsüyor diyorum. Öyle korkuyorum ki başaramamaktan, adımlarım seyir oluyor. Bazense bir zehir kalbime girip beni uzay gemisiyle acılara sürüklüyor. Fatih nasıl da karadan yürüttü gemileri, bende öyle yada böyle kafamda yürütüyorum hayallerimi. Adımsız, telaşlı, eksik ve bir parça korkak. Sanki hep birilerinin beni gelip kurtarmasını ve başaracaksın demesini ister gibi.. Her güne bir papatya ekleyip yapraklarını koparır gibi.. Ama elinde kalanın hep sevmeyeceğini, gelmeyeceğini, olmayacağını görmek gibi. Sıfır gibi. Koskoca bir sıfırı içine alıp yutmuş ve üstüne oturmuş hayat gibi. Belli oldu, artık bir kovboyun beni gelip kurtarmasını beklemeyeceğim. Kendim yol almalıyım, kendim başarmalıyım. Beyaz atta, kovboy da benim. Hem zaten umutları birine bağlamamak gerekirdi. Umut en yüce emeğiydi yaradanın. Şimdi baştan aşağı doldurmalıyım kendimi; çabalarımla, korkup geldiklerimle, istemeyip gittiklerimle, üzüntülerim ve neşelerimle... Tıpkı benim dolabım gibi buz-dolabı olsa dahi elleri ben kokmalı. Aslı olmalı, terleyip nasırlaşmalı sevdiğimle... O sırada gözümü alan sincap hızla koşarken ben de olduğum yerde sıçrıyorum. Aynadan gözümü çekiyorum ve kocaman gülümsüyorum. Dün olmadı, bugün aynalar gözümü aldı lakin yarın yeni bir gün. Şimdi çayı koymalı, Neşet Ertaş’ı açmalı ve ellerimi artık ısıtmalıyım.
teşekkürler :)
Beyhan bey, çok güzel videolar çekiyorsunuz. Ben de edebiyatla yakında ilgiliyim. Biraz uzun bir hikaye yazdım ama beğeneceğinize eminim. Hikayem aşağıda
ASTRONO-TÜRK
Hayalime yaklaşmak için artık bir adım kalmıştı. Artık uzay yolculukları konusunda dünya çok gelişmişti. 2053’ün imkanlarını yaşıyorduk, yani. Ülkemin 2053 hedefleri kapsamında bir astronot olarak uzaya gitmek üzereydim. Küçüklüğümden beri hayalim buydu. Öyle heyecanlıydım ki, kalbimin sesini uzay gemisindeki diğer ülkelerden gelen bütün astronotlar duyuyordu.
Ağırlığı Amerikalı olan astronotlardan biri yanıma yaklaştı. “Hey Turk, you looks very excited.” Diyerek güldü. İçimden bu muhteşem anın dağılmaması için dua ediyordum. Bu kovboy kılıklı adamların dünya hakimiyeti çoktan bitmişti ama hala kendilerini dünyanın hamisi sanıyolardı. Ekonomik ve siyasi hegemonyaları bitse de uzay alanında hala bir numaraydılar. Zamanında başlattıkları NASA furyası onları hala önde tutuyordu.
Artık uzay yolculukları 21. Yy’ın başındaki gibi roketlerle değil, tıpkı o zamanın bilimkurgu filmlerindeki gibi uzay gemisi halinde dizayn edilmiş ultra gelişmiş bordan yapılan araçlarla yapılıyordu. Tabii, dünya bor rezervinin çoğunu elimizde tuttuğumuz için uzay teknolojisinde hatırı sayılır bir yerimiz vardı.
Ben böyle düşüncelere dalmışken, tatlı bir kadın sesiyle irkildim. “Kemal, come with me, we are ready for flying” . Ah Emile, uzay yolculuğuna hazırlık kursunda beraberken gecelerimin prensesi olmuştu bu Fransız kız. Çok güzel çok tatlıydı. Yalnız gecelerde yıldızlara bakarken Neşet Ertaş’ın o eşsiz türküsü “Tatlı Dile Güler Yüze” eşliğinde Emile’yi düşünürdüm. Hayaller kurardım, başarıyla geçmiş uzay yolculuğundan sonra onunla evlendiğimizi onu Türkiye’ye getirdiğimizi nostaljik bir Türk evinde beraber yaşadığımızı hayal ederdim. Hatta artık bütün evler Mars’tan getirilen marsoil yakıtıyla yerden ısıtılmasına rağmen onunla tarihi bir kuzine sobanın başında birbirimize klasik bilimkurgu yazarı İsaac Asimov’un kitaplarını okuduğumuzu hayal ederdim. Ne güzel olurdu. Çocuklarımız olsa biri kız biri erkek. Yaşasak öyle mutlu mutlu.
“Squirrel” adlı uzay gemisi artık havalanıyordu. Ah, kalbim yerinden çıkacak. Koltuğumda otururken adrenalin bütün hücrelerimi işgal etmişti. Birden tatlı sıcak bir kadın eli elimi sardı. Emile’ydi. “Kemal, stay with us” Adrenalin’in yerine oksitosin sardı yavaş yavaş bedenimi. Kendimi papatyalarla dolu bir tarlada hissettim. Seviyor sevmiyor diye sayıklıyordum içimden. Acaba o da bana karşı hisli midir?
Sana neden uzay gemisinin adının “Squirrel” olduğundan bahsedeyim. Mars’a yolculuk 21.yy’ın başında insanlığın tutkusu olmuştu. Hatta 2023’te Elon Musk’ın uzay şirketi SpaceX, Mars’a bir araçla geldi. Fakat bu bir felaketle sonuçlandı. Çünkü Mars’ın atmosferi insanoğluna hiç uygun değildi. Ve insanlık dünyadan kilometrelerce uzaklarda astronotların ölümünü seyretti. Bu bir fiyaskoydu. Uzay maceramız bitmiş miydi? Bu muydu yani? Burada bitecek miydi? Dünyada hapis miydik? Çok sonra çılgın fikir tarihe nice çılgınlıklarla adını geçirmiş biz Türklerden geldi. Eğer ceddimiz Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürüttüyse bize uzay gemisini karanın içine sokacağız dedi bir profesörümüz. “Şu Çılgın Türkler” ne saçmalıyor dedi bu bütün bir dünya. Hatta bize güldüler. Amerika, Rusya, Çin… Bütün önde gelen dünya ülkeleri bunun tam bir saçmalık olduğuna dair bilimsel tv programları yapıyordu.
Fakat tarihe bir kez daha Türk adını altın harflerle yazıldı. Bundan 13 sene önce “Cesaret” adlı araştırma gemimiz Mars’ın iç küresinde oksijenle dolu bir devasa mağaramsı oyuk buldu. Bu oyuk bütün bir İstanbul nüfusun alabilecek kapasiteydi. Ve şimdi biz o oyuğun içine bir sincap gibi girmeye gidiyorduk bu yüzden adımız İngilizce sincap manasında “Squirrel” idi.
-Yıllar Sonra 2071 Türkiye’de bir ev-
Emile ile evliliğimizin on beşinci yılını kutluyorduk. Buzdolabından ayranları çıkarıp sofraya koyduk. Kebaplar mis gibi kokmuştu. Çocuklarımız Mehmet ve Meryem bize mutlu huzurlu seneler diliyor ve tebrik ediyordu. Yemekten sonra televizyonun başına geçtik. 2053’te yaptığımız o şahane uzay yolculuğunun hatıra fotoğraflarına baktık. İçimde serotonin işgali vardı. Çok mutluydum.
1 Eylül 2018 Cumartesi
Bitlis
Av. Emre Altun
Yaratıcı ve bilgilendirici olmuş. 😅
Trabzon’da bir eylül sabahıydı
Melek ve Ali uyuyorlardı.Çocuklar çoktan uyanmış dışarıda ordan oraya koşturuyorlardı.Dışarıdan öyle güzel kahkahalar ,sesler geliyordu ki Alide bu seslere kayıtsız kalamayıp uyanmış ve eşinin yanağına bir buse kondurup tebessümle günaydın dedi. Artık gün başlamış Ali çocuklarla oynamaya gitmiş.Melekte mutfağa inerek buzdolabın kapağını açıp neler hazırlayacağını düşünüyordu bir taraftanda kuzine sobasını yakmış evi mis gibi çörek kokuları almıştı bile dışarıdakiler kokuya dayanamayıp ellerinde papatyalar la eve koşuşturuyorlardı.Bi anda evde ki koku kendini mis gibi papatya kokusuna bırakmıştı.Bütün aile sobanın etrafındaydı ve kahvaltı başlamıştı.Ali hemen yanında duran babasından kalma radyo yu çalıştırmış ve Neşet Ertaşın o güzel sesi evi huzurlu bir sessizliğe bırakmıştı.
Gönül Dağı Yağmur Yağmur Boran Olunca
Akar Can Özümden Sel Gizli Gizli
Bir Tenhada Can Cananı Bulunca
Sinemi Yaralar (Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy Yaroy)
Dil Gizli Gizli Dil Gizli Gizli...
Kahvaltı bitmiş herkes dağılmıştı Melek masayı toplarken Alide gökyüzünü izliyordu bir anda aklına bir şey gelmiş ve koşarak çocukların yanına gidip onları dışarı çıkardı.Melek merakla onları izliyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordu
Çocuklar Çimen’lere uzandı ve Aliyi dinlemeye başladılar . Hadi hep birlikte gökyüzüne bakıp bulutlarda neler gördüğümüzü ,neler hayal ettiğimizi anlatalım.
Elif başladı ben bir sincap elinde fındığıyla koşarken görüyorum . Demir hemen atlayıp ben bir uzay gemisi ve içinde de bir kovboy dedi. Ali hem onları dinliyor hemde kahkahalarla gülüyordu.Bende dedi Ali şu bulutu bir gemi digerinide Fatih Sultan Mehmet’e benzettim
Herkes sırayla devam etti anlatmaya
Benimde bir yazım olsun istedim yazı imla kurallarından pek anlamam onun için şimdiden af edin:)
MAVİ GEZEGEN
Uçsuz bucaksız evrenin en karanlık kosesindeydim hayatın. O kadar karanlık ve derin ki "hiç "lik hemen farkedilebilirdi... içimden bir his hep cok uzaklara gitmem gerektiğini söylüyordu ve beni cok heyecanlandiriyordu ...sanki burdan başka güzel yerlerin , heyecan dolu anların var olduğuu hissi içindeydim.
Uzay gemime bindim ve yüreğimin beni götürdüğü yere doğru buyuk bir heyecanla geri dönmemek üzere uzayın boşluğuna bıraktım kendimi..
Cok heyecanlıydım ilk defa evimden bu kadar uzaklasiyordum derken uzayda uzun bir süre yolculuktan sonra mavi-yesil bir gezegen görünmüştü ufukta. Içim bir an coşkuyla doldu ve o yöne doğru hızla ilerledim.
Gezegene yaklaştıkça belirginlesiyordu ki o anda kontrolü kaybedip en sonunda yere çakıldım...Yerde baygın yatıyordum içimi okşayan cok guzel bir ses beni uyandirmaya çalışıyordu.. evet o bir kızdı... yüzü papatya gibi güzeldi....kendime gelmiştim ve gözüm agactaki bir çok sincaba ilişti. Cok garip geldi bana binim geldiğim gezegende öyle şeyler yoktu...kız," kimsin" ? Diye sordu bende "yüreğimin sesini dinleyen bir serseriyim" dedim:)). Kiz tebessüm:) etti ..
Sonra beni az yaralı bir şekilde eşeğine bindirip fatih sultan mehmet adindaki köydeki evine götürdü ..buzdolabından çıkardığı soğuk suyu ikram etti..bana bir kovboya benzedigimi söyledi ve ne guzel güldü:)..
Kuzine sobanın üzerinde ısıttığı suyla cay demleyerek teybi açtı ve bu guzel anlar Neşat ERTASLA anlam kazandı..
Birden kendimi evrenin en karanlık köşesinden en aydınlık köşesinde buldum...
Ne garip hayat..!
Umarım beğenirsiniz:))
"Bir Damla Gözyaşı"
Bir kış gecesi öyle soğuk öyle dayanılmaz..
Hiçbir şey bu soğuğa dayanamıyordu. Canlılar, cansızlar yavaş yavaş donuyordu. Ama bir ev vardı ki o farklıydı. O ev donmuyordu sanki ona gelen tüm soğuğu reddediyordu.Onu koruyan şey etrafında dönüp dolaşan uzay gemisiydi.Kovboy kulağıma fısıldadı ''o gemiye binersen sen ve sincabın kurtulacaksınız." Oraya ulaşmak için iki adım varmış. Birincisi sadece o kahramanın elinde bulunan papatyayı koklamak. Adı Fatih Sultan Mehmet. Diğeri ise Neşet Ertaş tepesini aşmak. Öyle bir tepeymiş ki o tepeye dünyanın en yüksek tepesi demişler. Karar verdim bunların hepsini yapacağım. Ne de olsa orası boş değil ve canlılar başarmış. Yola koyuldum. Bu iki adımı adım adım gerçekleştirecektim. Sincabım omzumda yürüdük, yürüdük...Sonunda kahramanın yanına gelmiştik.Öyle muazzam bir yerdeydi ki gözlerime inanamadım.Buzdolabından bize vitamin içeceği ikram etti.Hiç konuşmuyordu papatyayı koklamamız için sadece elini uzattı. Otomatikleşmiş gibiydi, canlılar sadece bunun için geliyordu sanki. Kahramanın yanından çıktık.Adımların yarısını tamamlamıştık. Yürüdük, yürüdük...O tepeyi bulmuştuk. Ulaşmak için zamana ihtiyacımız vardı...Sonunda ulaştık. Tepeyi aştığımız zaman karşımda uzay gemisini gördüm, çok yakından. Son adımımı attığım zaman o evdeydik.İçinde kocaman bir kuzine soba vardı, herkesi ısıtacak kadar. İçimizi ısıtan öyle yumuşak sıcaklığı vardı ki yeniden doğduk sanki. Sincabımın yüzündeki gülümsemeyle çıkan o gözyaşını unutmam. Bir anda bağırdı. BAŞARDIK!
Bu sesle irkildim ve uyandım.
30 dk yazdım demiş birisi onu görünce çok şaşırmıştım ama oluyormuş gerçekten 32 dk yazdım 🤗 “GÖTÜR BENİ GÖTÜREBİLDİĞİN YERLERE”
Maziye götür beni Zaman, özlediklerim var orada, merak ettiklerim, hayran kaldıklarım.
En azından uzay gemisi gibi evin bir kısmını kaplayan kuzine sobasının yanına koy beni Zaman.Ellerimizi ısıtan, köy ekmeklerini ısıtan, en güzeli de etrafında yaptığımız muhabbetlerle kalbimizi ısıtan o sobanın yanına koy beni!
O pazar sabahlarındaki tatlılığından da istiyorum. Kovboy filmi izlicem diye kaşığı ağzına götürmeyi unutan abimi, “Arkanda! Arkanda ! Öldürcek şimdi vay ciğerinden yanmayasıca” diye televizyon a sesini duyurmaya çalışan babaanneme istiyorum.
Özellikle de, arka fonda Neşat Ertaş çalarken tamir işleriyle uğraşan dedemi uzun uzun seyrettiğim zamanda ki huzuru geri vermeyi unutma bana.
Veya da papatyalardan taç yaptığımız andaki o mutluluğu, ilk sincap gördüğümüzdeki o heyecanı ve buzdolabının üst kısmındaki bir şeyi almak için verdiğimiz çabalardaki mahsumiyeti geri getir.
Çok uzaklara götür beni Zaman,hiç yaşamadığım diyarlara. Mesela Çanakkale şavaşında oğullarını vatana feda eden anaların yanına götür. Fatih Sultan Mehmet’ in İstanbul’u feth edişine götür. Velhasıl Peygamber efendimizin yanına sahabelerden biri olarak götür. Tam O’nun nur yüzünü gördüğüm anda dur Zaman ve bırak git beni oralarda.
Neden yazım gözükmüyor
Şuan görünüyor. 😊benim de ilk görünmemişti.
Kelimenin yanlış anlamda kullanılmasından bir hata var velhasıl kısacası demek siz başından beri peygamberimizin zamanına gitmek istememişsiniz ki ordaki velhasıl silinse daha akıcı olur😅ama genel olarak yaratıcı ve güzeldi. Önemli olan da zaten yaratıcı olmaktı.
Video nuzu izler izlemez yazdım hikayeyi. 2-3dk sürdü sadece.
Siz kelimeleri sayarken kabataslak oluşmuştu bile. Neyse hikayeye geçeyim. İnşaAllah beğenilir.
Bir gece Neşet Ertaş kuzine sobanın karşısında eline sazını almış bir sincaba türkü söylerken birdenbire aklına bu sincap ile uzay gemisinde seyahat etmek nasıl bir duygu olur diye düşünürken uykuya dalar.
Rüyasında Fatih Sultan Mehmet bir kovboy kıyafeti ve elinde bir papatyayla buzdolabından çıkar.
Hayırdır inşaAllah diyerek uyanan sanatçı gözlerini oğuşturken sabah olduğunu farkeder....
😘
Ben bir kovboyum, uzar gideer yolum, diyarlarca gezerim, gezdikçe uzar boyum taa ki göğe değer başım. İşim bu uzar gider yolum. Farklı diyarlar gördükçe anlarım ki dünya dönmektedir içindekilerle birlikte. Anlarım, mevsimler değişirken insanlar da nasibini almakta değişimden.
Annem sesleniyor 'Bavuluna yaptığın yiyeceklerden koydun mu? Hadi çocuğum koy bak unutursun.' Seyahata çıkıyorum bugün, seyahat bende huydur, gönüllü sürgünüm. Birisi şöyle bir söz söylemişti 'her gezgin kaybetmemiştir yolunu'. Odamdaki ilham köşesi panoma yazdım bu sözü, bu pano hayatta tamamiyle bana ait olduğunu hissettiğim yegane şeydir, aslında gideceğim yolları önce onda görürüm hayalimi önce ona fısıldarım, bazen boyalı kalemlerle bazen küçük bir sözle bazen de bir fotoğraf karesiyle fısıldarım uzak diyarların. Ha ne diyordum bu yüreğimin fısıltısı sözü de panoma koydum, kim söyledi unuttum, ama aydınlattığını hissettikçe yolumu söyleyene minnet duydum.
'Oğlum koydun mu bavulunaaa,aç kalcan bak oralarda ' 'Tamam şimdi koyuyorum' diyorum ağzıma basarken bir poğaçayı. Anne yemeği baba ocağında güzel, gezmek güzel o ayrı ama her şey ait olduğu yerde güzel. Aidiyet tiradı çekmeye kalkışan bir gezgin? Hayır ama aidiyetler yakından ilgilendiriyor beni, başka aidiyetleri görmek için düşüyorum yola, dönüs yolunda minnetler düzüyorum kendi aidiyetlerime, özgür hissediyorum kendimi seyahatten dönünce kendi aidiyetimin içinde.Londra'da Fatih Sultan Mehmet'in portresiyle karşılaşmıştık hani şu ünlü portre, kimdi ressamı-isimlerle aram iyi değil.- Oralarda sultanı görmek şaşırtmıştı, 'Ait oldugun bir yerde misin, kaçırayım mı seni' der gibi bakmıştım tabloya. 'Benim ait oldugum tek bir yer mi var' gibi bakmıştı bana.'Hayır'dedim.'Kim bilir kaç kafa var kurduğu hayallere ilham olduğun, seni gibi büyük insanlar- aslında her insan büyük olma potansiyeline sahip şöyle demeliyim belki senin gibi kabugunu çatlatmış insanlar Sultan'ım- nasıl tek bir yere ait olabilir? Kaç insan papatyadan bir taç gibi başında taşıyor seni, hayallerinin hava alan bir tarafında?'. ve yol almaya devam ettim.
Gitme zamanı geldi, bizim mini miniler iki yanıma gelmiş sarılıyorlar bana.Hepsiyle vedalaşıyorum, annem askıdaki kovboy şapkamı verirken tekrar öpüyor beni.Yolculuk vakti, çok uzaklara değil bu defa, otobüsle gideceğim, Kırşehir'e. Ozanlar diyarına.Eskiden beri içimi dokunur bağlamanın sesi, çünkü genetik hamurumuzda var sesi hem acımızda hem mutluluğumuzda.Sazı birkaç kere elime alıp denediğimden beri de parmakların kıvraklığı şaşırtır beni, çok kolay bir iş olmadığını ya da daha doğrusu emek gerektirdigini o zamanlar anlamıştım.
Otobüs geldi, bizimkileri bu sefer ya zaten Anadolu'ya gidiyorum yolcu etmenize gerek yok diyerek ikna ettim otogara kadar yorulmamaya.Kalkış zamanı geldi cam kenarı koltuguma oturuyorum, yanım boş, en güzel yol arkadasım kulaklığımı takıyorum, açıyorum bir Neşet Ertaş türküsü- böyle olur mu - içimi sarıyor ezgi başladığı anda duygular, kuzine soba sıcaklığı gibi duygular, rüzgarlar esen bir kırda uzanıyormuşum gibi duygular, en darlandığım anda ruhumu saran bir buzdolabı serinliği gibi duygular. Farklı farklı diyarları düşüyorum şimdi, acısı farklı mutluluğu farklı ama insanca ortak bir eksende. Kimilerinin gökten inecek -kim bilir ne zaman-bir uzay gemisinin ya da bi mucizenin getirmesini beklediği mutluluğu ben kafamın hafif hafif cama çarptıgı şu otobüste buluveriyorum, Neşet babanın da katkılarıyla. Yolun yanındaki ağaçta bir sincap çarpıyor gözüme , beni takip et der gibi, Neşet babanın deniz gibi izlediği bozkıra götüreceğim seni der gibi. 'Kaptan sincabı takip et' diye bağırasım geliyor, tutuyorum kendimi, ilk durakta yanima bir yolcu gelirse ona derim belki.
Ne kadar uzun oldu yazı, yol da böyle uzar mi ki?
Anlatıcı:Neşet ertaş
Yatağımdan kalkar kalkmaz bugünki planlarım aklıma geliyor ve elimi bile yıkamadan atölyeme doğru yol alıyorum atölyem bostonda papatyalar vadisinin tam ortasındaydı 15 yıllık çalışmalarımın meyvelerini bugün toplayacağım için çok mutluydum.Elime ingiliz anahtarı aldım ve uzay gemimin tüm cıvatalarını kontrol ettim.sonra ateşleyici olarak kuzine sobamı ekledim.buz dolabının içinde bir kara delik oluşturdum ve buzdolabını bir kapsüle yerleştirdim. Gemi harekete başlayıp 3 km yüksekliğe eriştiğinde dünyaya fırlatılcak şekilde ayarladım. Buzdolabının kapağı dünyaya ulaştığında otomatik olarak açılcak ve tüm dünyayı hiçliğe yollayacak.Şimdi tek tuşla kendini imha edebilen atölyemi imha ettim ve geminin kaptanını beklerken gemime bir özellik daha ekledim.Sazımdan çıkan seslere göre şekil değiştiren bir gemim olmuştu artık. Kaptanımız Fatih Sultan Mehmette gelmişti. Yola çıktık ateşleyicimiz fazla güçlüydü bu yüzden uzay gemisin altındaki papatyalar alev aldı neyseki itfaiyeci kovboylar vadiye yakınmış 5 tükürük atarak yangının büyümesini engellediler.ilk hedefimiz samanyolu galaksisinden çıkıp sincap galaksisine ulaşmak.
UZAY GEMİSİnde başlayan bir yolculuk; gemideki bir kişi hikayesini anlatıyordu. Eskiden yaşadığı güzel anılarından KUZİNELİ SOBA etrafında oturup NEŞET ERTAŞ dinleyip başka günlerde ise yine kuzineli soba etrafında oturup televizyonda KOVBOY filmi
izliyordu. Etrafı PAPATYAlarla çevirili güzel bir bahçeli evde oturuyordu, dışarıdan SİNCAP sesi geliyordu, evin penceresinden dışarı baktı ama karanlıktı pek bir şey gözükmüyordu. Tekrar içeri dönüp BUZDOLABIndan yiyecek-içecek bir şeyler alıp masada atıştırdı. Mutfaktaki açık radyo FATİH SULTAN MEHMET 'in geçmişini anlatıyordu, bir kulağı orada radyoyu dinliyordu. Sonra saatine baktı epey geç olmuştu. İçeri geçip televizyonu kapatıp ve sobayı söndürüp yatmaya gitti.
Şu aralar yeni keşfedilen mars'a gitmeyi çok istiyorum merak ediyordum nasıl bir yer oldugunu çünkü hiçbir şey yok tu insanlar makineler teknoloji oraya gidip yaşamak istiyordum bende birgün bir uzay gemisine binip gidiceğim. Eski zamanların en iyi türkücüsü vardı herkes bilir onun gibi güzel yürekli insanı onun adı Neşat ertaş idi Eski zamanlar demişken birde tarihe geçen koca bir destan yazan bir adam vardı onun adıda Fatih sultan mehmed idi.
Birgün kış mevsiminin çok soğuk olduğu zamanlar da ıssız bir dağda mahsur kalmıştımbir dağ evi bulup hemen içeriye girdim kuzine soba buldum yakıp ısınırken camdan dışarıyı izliyordum dışarda bir sincap görmüştüm sonra çok açıkmıştım buzdolabına bakıp yiyecek birşeyler ararken ve birde baktım bir kovboy geldi beni kurtardı bu ıssız dağdan..
Bir zamanlar çok sevdiğim bir kadın vardı papatyayı çok severdi ama çok uzaklarda köy de yaşardı çok az nadir görüşürdük bir gün köy yolları kapandı haber alamadık birbirmizden bir süre aradan yıllar geçti bir papayta alıp yanına gittim vaybe demekki benı unutmamışsın dedi...
Çok geç keşfettim bu kanalı , keşke önceden denk gelseymişim. Tespitleriniz o kadar doğru ki gerçekten bana beni anlattığınızı hissettim. Umarım zamanla bu kanalda hakettiğiniz yerlere ulaşırsınız. 😌
Televizyon izlemekten sıkılmış , çok sevdiği kovboy filmlerini sürekli izlemekten bunalmıştı.kalkıp buzdolabına yöneldi karnı acıkmıştı. çıkardığı yemeklerini alıp bahçede yemek istedi.Tam oturacakken gözüne sincap takıldı daha önce hiç bahçesinde görmemişti.Sessizliğin sesi eşliğinde yemeğini yerken yağmur başladı.içeriye geçip kitap okumak istediğini düşündü.koşa koşa odasına gidip kitaplarına baktı uzun zamandır okumadığını fark etti. gözüne yakın zamanda arkadaşının hediye ettiği bir kitap takıldı.dışarıda yağmur şiddetlenince , kitabı alıp okumak için pencere kenarına geçti.Annesinin kuzine sobaya attığı portakal kabuklarına gözü ilişti.Yağmur kokusuyla karışan portakal kokusu büyülemişti eceyi.okumak için aldığı kitabı incelerken duyguları beden diline yansıyor çok merak ederek inceliyordu , hayatını değiştireceğini hissetmişti sanki. Kitabın o büyülü dünyasına daldı , annesinin seslenmelerini de duymuyordu ece.inancın gücünü anlatan kitaptan biraz okuduktan sonra kendi hayalini yazmaya başladı. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakmak istiyordu...Ece hayal edeceği şeyleri düşünmeye başlarken radyoda çalan türkü hoşuna gitti 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez gönülden gönüle gider...' diyordu.Daha önce neşet ertaş dinlememiş olan ece yazmaya başladı içindeki okyanusu keşfetmek istercesine.
bir arabası olsun istiyordu ece...sonra tekrar düşündü uzaya arabasıyla gidemezdi bir uzay gemisi olmasını istedi.Uzay gemisini kullanmayı bilmiyordu . çok sevdiği kitaplarını okuduğu Fatih Sultan Mehmet 'in uzay gemisini kullanacağına inanıyordu ve kağıdına yazdı bunları.Uzayı çok merak ederken bir yandan da hep papatya bahçelerine gitmek evinin önünde ki minik bahçesinde papatya yetiştirmek istiyordu.kahve yapmak üzere mutfağa yöneldi.Bir yandan da düşünüyordu.kime anlatabilirdi hayallerini ya gülerlerse diyordu kendi kendine.hep bu yüzden hayallerini anlatmaya korkmuştu artık korkmuyor ve inanıyordu kendine.hayallerini seviyordu ece ve derinden inanıyordu gerçekleşeceğine.
Otobüs virajlı yolları ve yerden kaldırdığı tozları geride bırakırken; 9 yaşındaki Can ve 8 yaşındaki kardeşi Hilal için de okul günleri geride kalmış, yaz tatili gelmişti. Can, Hilal ve anneleri Kırşehir'den Cicekdagi'na dogru yol alıyorlardı cunku Cicekdagi'nda Can ve Hilal'in anneanne ve dedesi yasiyordu. Iki kardeş koydeki arkadaşlarıyla buluşup oyunlar oynamanın hayalini kuruyordu.Yol boyunca agaclari, kuslari, insanlari seyrediyorlardi. Arka fonda bir halk ozaninin sesi kulağa geliyordu."Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?" diyordu.Can, yillar sonra onun da ayni bu sarkida anlatılan kişinin özelliklerinde birini sevecegini ve onunla evlenecegini aklından geçirdi.Annesine şarkıcının ismini sordu.Annesi şarkıyı soyleyenin Neşet Ertaş isimli bir halk ozani olduğunu, hatta onun da Cicekdag'li olduğunu söyledi. Arada birde babasının karne hediyesi olarak aldığı kol saatini kontrol ediyor, kac dakika sonra varacaklarini tahmin etmeye çalışıyordu.Belki de ileride insanlar çizgi filmlerdeki gibi her yere ışınlanarak gidecekler ve saatlere pek de ihtiyaçları kalmayacaktı.Kim bilir belki uzay gemileriyle gezegenler arasi seyahatlere bile cikacaklardi.O zaman geldiğinde, şimdi Kırşehir'den Cicekdag'a yola çıktıkları gibi, Dünya'dan Jüpiter'e yola cikabilirlerdi. Köylerine varmalari bir saati bulmuştu.Yasli nine ve dede hem kızlarını, hem de torunlarini gormenin sevinciyle onlari kapida karsiladilar.Eller opuldu, kucaklasildi, sohbetler edildi, yorgunluk atildi. Sira yemek yemeye gelmişti ki, Can ve Hilal bir an once koydeki arkadaşlarıyla buluşup oynamanin sabirsizligini tasiyorlardi.Bunu gören anneanne, kuzine sobada pisirdigi cevizli borekleri mendil icine koyarak torunlarinin eline tutusturdu.Aciktiklarinda arkadaslariyla birlikte bu leziz boreklerden yiyebilirlerdi.Borekler kuru kuru yenmez diye anneanne, buzdolabından bir surahi eksi yogurttan yapılmış köpüklü ayrani da cikartti.Anneleri de ayrani cocuklarin su mataralarina aktardi. Yaz güneşi carpmasin diye Hilal'in başına fötr bir şapka taktı fakat Can'a şapka getirmemislerdi.O esnada duvarda asılı duran hasır bir şapka Can'ın gözüne ilisti.O da dedesine ait olan ve kendisinde biraz büyük duran bu hasir sapkayi kafasina konduruverdi.Hasir sapkanin altinda kucuk bir kovboy pozu veriyordu.Boylece evdekileri guldurmeyi de başarmıştı. Can köydeki erkek arkadaslariyla bulustugunda oradan buradan bulduklari comaklarla kiliccilik oynadilar.Sonra cocuklardan bir grubu Türk, diger grubu da Bizans askeri yaparak oyunlarini gelistirdiler.Can, Fatih Sultan Mehmet rolünde Türk askerlerini komuta ediyor ve Istanbul'u fethetmek icin yogun gayretler gosteriyordu.Bu esnada Hilal de kiz arkadaşlarıyla kirlarda gördükleri papatya ve gelincikleri topluyor, çiçekleri taç haline getiriyor, bu taclarla adeta birer prenses edasina burunuyorlardi. Çocuklar saatlerce oynayip yorulduktan sonra hep beraber bir ceviz agacinin altina oturup o leziz anneanne boreklerinden ve ayranindan tatmaya koyuldular.Gunun yorgunlugunu lezzetli bir sekilde sonlandirirken Can'in basina yukaridan bir cisim düşmüştü.Ne olduguna baktiklarinda bunun bir ceviz oldugunu gorduler.Baslarini yukari kaldirdiklarinda ise kendilerini gulmekten alikoyamadilar çünkü ceviz agacinin yüksek dallari arasinda bir sincap adeta "Bu muzipligi ben yaptım" dercesine kara kara onlara bakiyordu.Butun baslarin ona yoneldigini gordugunde, bir anda agacin kovuguna girerek gozden kaybolmustu. Aksam olurken cocuklar yarın tekrar gorusmek uzere vedalasip her biri kendi evine çekildi.Can ve Hilal icin o gün çok guzel geçmişti. O gece yatarken gökyüzünü dolduran ve çeşitli yerlerden kendilerine göz kirpan yildizlari seyretmeye koyuldular.Goz kapaklari yavaş yavaş devrilirken, kim bilir köyde yarın hangi yeni maceralarin onlara göz kirpacagini hayal ediyorlardi ;-)
UZAY GEMİSİ
Fatih Mehmet, daha henüz üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuktu...O gün her zamankinden daha neşeli bir şekilde okuldan eve dönüyordu. Çünkü o gün sınıf başkanı olarak seçilmişti. Artık babasının kendisini sevmesi için bir nedeni vardı. Bu başkanlık işini de en çok babasına kendisini kanıtlayıp sevdirmek için istememiş miydi? Babası annesi öldükten sonra Mehmet'e soğuk davranmaya başlamıştı.O da babasının sevgisini tekrar kazanmak için elinden geleni yapmıştı. Bir babanın evladı için rolü çok büyüktü ama annesiz bir evlat için bu rol daha büyüktü. Mehmet nihayet eve vardı. Anahtarla kapıyı açıp içeriye girdi. Babası son zamanlardaki gibi kederli bir şekilde oturmuş telefonundan Neşet Ertaş dinliyordu. Ve ona "Sen beni gönlümce mutlu mu sandın ömrümü boş yere çalan dünyada..." diyerek eşlik ediyordu. Mehmet babasına koştu. Heyecanla olup bitenleri bir çırpıda anlattı, başkan olmak için yaptıgı konuşmayı başkan olunca sınıftakilerin ona Fatih Sultan Mehmet Han diye bağırmalarını hepsini bir bir anlattı. Ama aradıgı tepkiyi bulamadı. Babası onu çok soğuk bir şekilde tebrik etti. O da üzülerek odadan çıktı. Mutfağa gidip buzdolabından yemek aldı ısınması için kuzine sobaya koydu. Sobanın deliğinden ateşe bakarak iç geçirdi. "Keşke annem burda olsaydı belki o zaman babam da beni severdi. Keşke annem burda olsaydı o beni hep çok severdi..." dedi babasına farkettimekten çekindiği gözyaşlarını silerken. Yemeği kendini zorlayarak yedikten sonra babasından dışarıya çıkıp arkadaşlarıyla oynamak için izin aldı. Kovboy ayakkabılarını giyip bir çırpıda evden çıktı. Yol kenarında annesinin en sevdigi papatyalardan topladı. Annesinin mezarının başına geldi. Olanları bir bir annesine anlattı. Artık hıçkırıklarına engel olamıyordu.Keşke anne, dedi. "Keşke hep yanımda kalsaydın. Keşke o uzay gemisine binip gitmeseydin. Keşke giderken beni de götürseydin.Yer mi yoktu ki beni burada bıraktın? Kucağına alsaydın olmaz mıydı anne?" dedi. Tam o sırada minik bir sincap gördü Mehmet onun peşinden koşarak mezarlığın çıkışına geldi. Sincap yolun karşısına geçmişti. Mehmet biranda yola fırladı. Büyük bir gürültüyle Fatih Sultan Mehmet Sokağı inledi. Mercedes marka bir otomobil Mehmet' e çarpmıştı. Artık Mehmet babasından çok uzakta annesinin uzay gemisine çok yakındaydı...
Ingilizce bölümünde okuyorum ve yeni kelimeleri öğrenme konusunda türkçe düşünüp elimizdeki ingilizce kelimeleri kullanarak hikayeler oluşturuyorsun ve gerçekten eğlenceli oluyordu.Ise de yarıyor 😀
"Kestaneler oldu olacak ha, ben bebeği uyutuyom sen de altını üstüne çeviriver e mi yavrum?" dedi kadın ve ekledi: "Şu radyoyu da kapat artık sesten uyumuyo biliyon." Pencereden ormana bakan Selim gördüğü sincaba odaklanmışken annesi dikkatini dağıtmış, kafasını çevirince sincap yoklara karışmıştı. Radyoda 'gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?' diye kederli bir adam şarkı söylüyordu. Selim sincabı arar gözlerle biraz daha bakındı ve sonunda vazgeçip kuzine sobanın yanına geçti. Kestaneler çatırdamaya başlamıştı, ortalıkta boş tabak bulamayınca buzdolabıni açtı, geniş tabakta kalan üzümleri ağzına tıktı ve boşalan tabağa kestaneleri koydu. O sırada dış kapıdan içeri elinde hafif solmuş papatyalarla babası geldi. "Oo Neşet Ertaş çalıyor" diye heyecanlanan adam çocuklarına sarıldı ve karısına çiçekleri vermeye gitti. Büyüyünce büyük adam olmak istiyordu Selim. Bu küçük köye bir kovboy gelse, herkesin takdirini alsa ne güzel olurdu. Ya da hayır! Bir komutan olmalıydı, dillere destan; Fatih Sultan Mehmet gibi. Ama önce keşfetmeliydi dünyayı. 'Keşke' dedi, 'Keşke uzaktan birileri gelse, uzay gemilerinden inip bize nasıl büyük adam olunur söylese..
"""Neşet ve Sincap"""
Bir gün Neşet ERTAŞ gazete okurken ilk uzaya çıkan Yuri GAGARİN görmüş ve o da uzayda gitmek için hazırlık yapmaya başlamış.
ama aklına söyle bir soru gelmiş
-Diğelimki uzaya çıktım orada üşürsem ne yaparım diye kendine soruyomuş ve aklına kuzine soba almak gelmiş.
ve Neşet uzay gemisine binmiş çıkmış Ay'a Dünya'da herkes bunu konuşuyormuş sonra ayda dolaşırken bir ev görmüş.
Evin içine girmiş ama evin için de kimse yokmuş dışarıya da bakmış yinede kimseyi görmemiş ama ev çok güzelmiş.
Ev 4 katlıymış 1. katında salon ve misafir odası 2. katında yatak odası 3. katında bilgisayar odası bodrum katında
ise bir kapı varmış ilk önce korkmuş sonra da gücünü toplayıp girmiş o kapıdan etrafına bakınca her yerde ağaçlar
varmış.İlk önce bir yerden birşey çıkar diye korkmuş,10 dakika sonra hiç birşey olmayınca da gezmeye başlamış.
Gezerken yorulmuş ve bir ağaca yaslanmış o ağaçtan kafasına bir fındık düşmüş sonra kafasını yukarı kaldırınca konuşan
bir sincap görmüş ilk önce korkmuş sincap yanına geldikten sonra
şöyle demiş
-Korkma ben arkadaşım demiş.
ama Neşet daha çok korkmuş ve şöyle demiş
-Nasıl korkmiyım basbayağı konuşuyosun demiş
sincap ise
-Tabi konuşuyorum demiş
ama Neşet 'e dinletememiş aradan 1 saat geçmiş Neşet biraz daha sakinleşmiş ve arkadaş olmuşlar
sincap bir zaman makinesi göstermiş bu zaman makinesiyle 1453'e gitmişler orada Fatih Sultan Mehmeti
görmüşler Fatih Neşet ERTAŞ'ı tanıyomuş ama Neşet Fatih'in onu tanıdığını bilmiyomuş oda tnıyomuş taklidi yapmış
birkaç gün sonra 1800'lere gitmişler orada ise kovboyları görmüşler.Kasabanın şerifi sincapa bir papatya vermiş
ve şöyle demiş.
-Eğer manitan olursa ona verirsin
sincap da ne yapsın almış papatyayı sonrada zaman makinesiyle Dünya'ya dönmüşler. Dünya'ya döndükten sonra herkes
Neşet'i coşkuyla karşılamıştı ama yanındaki sincapa bi anlam verememişlerdi sonra Neşet'e sordular bu sincapta neyin nesi
oda şöyle dedi
-O benim en iyi arkadaşım
ve sonra eve gitmişler ama evde buzdolabı olmadığı için tüm herşey bozulmuştu Neşet'te uzaya çıktığı için ona bir miktar para
verilmişti o parayla gidip buzdolabı aldı ve geri kalan parayıda bir kenara koydu Neşet'in evi ormanlık alanda olduğu için
başka sincaplarda gelmiş ve bizim sincap diğer sincaplarla konuşmaya başlamış bir tane sincapı çok sevmiş ona açılmak istiyormuş ama
bir türlü açılamıyormuş sonrada kovboyun verdiği papatya aklına gelmiş papatyayı dişi sincapa verdikten sonra sincap
çok sevinmiş ve sevgili olmuşlar.
ve Neşet ve sincapın hayatı çok güzel gidiyormuş ve birlikte çok uzun yıllar yaşamışlar
Bugün çıktınız karşıma sürekli sizi dinliyorum okadar güzel bir Diksiyonla ve doğal anlatıyor sunuz teşekkür ederim bana çok iyi geldiniz
Zaman öyle değişti ki sıcağı iliklerimizde hisseder, kovboyları uzay gemisinde görür olduk.
Yine havanın sıcaklığını iliklerimize kadar hissediyorduk. Uçsuz bucaksız çölü izleyerek seraplar görmek bize keyif veriyordu. Ta ki kovboyları görene kadar..
İşte geliyorlardı! Uzay gemisinden inen kovboylar etrafımızı sardı. Şaşkındık, biz fakirlerden ne isteyebilirlerdi ki ? Biz kendi halimizde insanlardık. Anladık ki, bizden Fatih Sultan Mehmed'in kuruttuğu papatyaları istiyorlar. Onların derdi, papatyaları ele geçirip yüklü miktarda para elde etmek fakat buna izin vermeyeceğiz.
-Evet, onları saklamanın bir yolu olmalı!
Hele ki dostum Neşet Ertaş için papatyalar çok daha önemliydi. Onun ilham kaynağı bu papatyalardı. Dostum Neşet ile hemen harekete geçtik. Sincaplar kovboyları oyalarken kuzine sobasını alevlendirdik. Onların dikkatini bu noktaya çekmeliydik. Ve de öyle oldu.
Düşündüler ki, kendilerinden kurtulmak için papatyaları yaktık. Kuzineyi söndürmek için uğraşan kovboylar buzdolabını akıllarına dahi getiremediler.
.. Bu yüzden papatyaları hep sevdik.
Sevmeyenler de kovboy oldu.
HATA BENİM
Son 20 yılın en sıcak gunlerını yaşarken o bu sıcakta tuylu yumuşak sıncabına donuyormus gıbı sarılıyordu. Her yeri ıslak bilhassa gözleri boğazıda kuruydu. O gece sabaha doğru çok yutkundu. İnsanların canı sıkıldığında sevdiği birini yoklar ya aklına en enleri gelir onun o an aklına gelen ilk buzdolabıydı. Usulca kalktı ve uyuşuk haliyle buzdolabına baktı benı anla diyen gözlerle.. Benı aç diyen haliyle ama her zamankı gıbı o buzdolabını açtı gözbebeklerı gondol gıbı Bı ileri Bı gerı sallanıyordu. Boş kalbini miğdesıyle karıştırıyordu. Yeterınce tokdu. Uzun Bı bekleyışten sonra ne yiyeceğine karar veremedi tıpkı her aksam ertesi gun ne giyeceğini duşunduğu gıbı. 10 dk sonra bu bardak su alıp balkona çıktı. Yazın ortasında kışı yaşıyordu sanki gecenin esen ruzgar saclarını ve gecelıklerıni kurutuyordu ama gözundeki yaş hala itinayla akıyordu... Diyaframdan Bı kaç nefes alış veriş sesını duyduktan sonra Derken sabah ezanı okundu. okundu.. Asgari arapçasıyla namaz uykudan hayırlıdır cumlesıne idrak ve itibar ederek abdest aldı. Ne zaman namaz kılsa genel Bı dua eder kalkardı ama bu namazdan sonra duasına başladı ve güneş doğana kadar susmadı.. " Allahım bana yardım et, bana güç kuvvet ver allahım.. Buyudukçe canım yanıyor allahım geçen babam iyice benı canıma kadar getirdi gelmiş benı Fatih Sultan Mehmet le kıyaslıyor allahım o benım yaşımda İstanbulu feth etmıs belki ben içinde İstanbul Olan bi kalbi feth edıcem onun kadar olmasa da.. . yok yıl olmus 2018 ben hala oturmuş kovboy Redkıtı izliyomusun. Sadece bu da değil çizdiğim papatyayıda parçaladı allahım kalk git test çöz dedı adam ol dedı... Allahım ben böyle olacaksam adam olmım allahım.. Allahım neden bunları anlatıyorum ki sen zaten goruyosun allahım Napım allahım ben çok doldum gercekten dayanamıyorum.. O yuzden allahım buyumek buysa benı buyutme allahım. Yaş aldıkça geçmişimi daha çok özlüyorum allahım.. Kuzıne sobabımızın yanında çizdiğim resımlerımi, onun ustunde ki portakal kabuğu kokusunu, düşerimdeki uzay gemımı... Uzay gemisi batmazda allahım nereye batacak ki? Anca bu nevrotik büyüklerimize batar... Ona öyle dedıgım için affet allahım dedım ya çok doluyum. Allahım bana olgunluk yakınlarıma çevremdekilere sağduyu anlayış ver allahım.. İçimdeki çocuğu öldurmeden buyut benı geçmişimi geleceğimden guzel kıl bugun sadece kendıme ettim ilk kez daha uzatmicam.. Kendım için ne istediydem allahım bu herkes için istiyorum.. Senı unuttuğum için de affet allahım.. Herşeye rağmen şükürler olsun... GÜNEŞ ışınlarını gosterdı, dükkanlar açıldı, kızarmış ekmek kokusu cadde ki bi kac vatandaşın ciğerlerine doldu. BİR TOFAŞ yokuş aşağı iniyordu yuksek sesle neşat ertaş ın şarkısıyla HATA Benım... Şarkısıyla.. Burası huzur ve umut şehri... (ESENLER)....
GERÇEK Günlerden birgün ben papatya desenli fincanımda tadı şekliyle musemmeha Papatya çayımı içip gökyüzünü seyrediyordum.Oturdugum koltuk Pencereye karşı oldugu için ve zemin kat da oturdugumdan bahçeyi, ve önümde beton yıgını bir bina olmadıgı için de Gökyüzünü çok güzel görebiliyordum.Bahçede bir Kovboy heykeli var ,komşumuz onu En son gittigi amerika gezisinden bahçe süsü olarak getirmişti.O heykelin tamda arka tarafında bir kusine soba yine kişin gelmesini; dört gözüyle ve Borularıyla bekliyordu.Oglum içerde saz kursundan ögrendigi en son Türkü; Neşet Ertaş tan Ah yalan dünyayı tıngırdatıyordu.Bahçemizde uzun uzun Servi Agaçlari ve bir tane yaşli Kavak agaci. ..çiçekler rengarenk huzurun taa en üst seviyesindeydim.Gökyüzünde mavi bulutları izlerken yerde bir hareket dikkatimi çekti ve gözLerim adeta bir asansörle inercesine yavaş ve heyecanlı bir şekilde aşşagı ya bahçeye indi.O da ne!!! karşimda cesur bakişlar atan küçük bir Sincap.Şaşirdım çünkü çoktan kaçmış saklanmış olması gereken bu Minnak Sincap, orada benimle sohbet edecek gibi duruyordu.Ama bu durum uzun sürmedi...Bir anda yok oldu...Evet kaçmadı yok oldu.Ben şaşkin bir halde bakinip dirdum etrafa ama yok, gitti... gökyüzünde ki mavilik deryasina dönmeye karar verdim.Ben öylesine bu huzuru icime cekerken sincap hala zihnimi kurcaliyordu.Bir süre sonra bi an da gökyüzünde benim göz sinirlarimi ihlal eden devasa bir Tepsi belirdi,işikli ve durmadan dönen.O anda büyük bir heyecan büyük bir ,"aha ben keşfettim" duygusu ile koltugumdan Fatih sultan mehmet heybetiyle kalktim.Inanilmaz bir heyecan ve keşif duygusu ile bahceye ciktim.Evet Nasa 'ya bunu bildirmeliydim ama nasil...emindim O bir uzay gemisiydi.Bütün hücrelerim heycandan titriyordu ve anladim ki sincap ta orada, evet o bir uzay sincabiydi insani kesfetmeye gelmisti.Ben bu düsüncelerimle kendimden gecmi dünyadan kopmusken Annem seslendi"kizim buzdolabindan bir su versene"Annemin bu çok susamis, ici kavrulmus Nidasina karsin ben acele etmiyor, ani yasamak ve buyuyü bozmamak için elimden geleni yapiyordum.Evet o sincap da bir uzayliydi ve uzayli bize, bizde ona benziyorduk...sincap buna bir örnekti.Heycandan bütün hücrelerim titrerken ,Annemin "kızım Uyan uyan üstün açık uyumuşsun titriyorsun."ooooff yinemi Uzaylilarin gercekliginden şüphe etmeye devam🙄🤔😴😯😴
Beyhan'ın Rüyası
Beyhan;cumartesinin vermiş olduğu rahatlıkla kanepeye yayılmış uzanıyordu.Odayı Neşet Ertaş'ın Yalan Dünya adlı şarkısı doldurmuştu.Her köy evinde bulunan kuzine soba ortamı ısıtmış yanan kömürlerin sesi Beyhan'nın hayli mayışmasına ve göz kapaklarının kapanmasına vesile oluyordu.Beyhan'ı huzurlu hissettiren bu an onu çocukluğuna döndürmüştü.
Beyhan;burnuna gelen yoğun papatya kokusuyla uyandı.Bahcelerındeydı 'Ben buraya ne ara geldim diye düşündü.Kalkıp silkelendi.Evine girdi.Çok susadıgını fark edip mutfağa yöneldi.Buzdolabının kapağını açtığında bir sincabın üzerine atlamasıyla sendeledı.Şaşkınlıkla korkudan tıtreyen sincaba ve kapağı açılmış fındık ezmesine baktı.Sanırım sincabın klostrofobisi vardı.Sincabı bahçeye bıraktı.Arkasını dönerken güclü bir GÜM! sesiyle sarsıldı.Devasa bı makıneydı.Uzay gemisini andıran bu makineyi incelerken kapağı açıldı ve içinden bir insan fırladı.Beyhan fırlayan insanın kim olduğunu farkedince şaşkınlığını gizleyemedi.Rüyada mıydı ?! Bu Neşet Ertaş ın ta kendisiydi.Makineden gelen Yalan Dünya şarkısı da cabasıydı.Neşet Ertaş kovboy şapkasını çıkarıp Beyhan ı sevgiyle kucakladı.Beyhan kendine geldiğinde ;'Bir imzanızı alabilir miyim?'diyebildi.Neşet Bey onun bu sözlerine gülüp ;'İmzadan önce halletmemız gereken bir mevzu var' dedi.Kaşlarıyla makineyi işaret ederek 'Bu bir zaman makinesi onu zamanında yetiştirmezsek kötü şeyler olacak' Neşet Bey Beyhan ı uzun uğraşlar sonucu ikna ettikten sonra yola çıktılar.Büyük bir sarsıntıyla fırladılar makineden.Ayağa kalktıklarında bir saraydaydılar.İhtişamlı bir kapının önündeydiler.Bu saray çok moderndi.Son teknoloji güvenlik sistemiyle donanmıstı. İhtişamlı kapıdan baktıklarında Fatih Sultan Mehmet ve veziri Çandarlı Halil Paşa oradaydı.Veziri elinde tabletıyle 'Padişahım Viyana Elçisi mail göndermiş kabul edelim mi 'diyordu.Bu ilginç diyologtan sonra 'Neşet Bey sanırım doğru yer burası değil gitmeniz gerek'diyordu.Tekrar makineye binip yolculuğa çıktılar.Yine büyük bir sasıntıyla makine tarafından fırlatıldılar.Bu sefer ayağa kalktıklarında ücra bir mahallenin kırık dökük araba tamircisindeydiler.Seslerden anladıkları kadarıyla birilerinin geldiğini anlayıp kafalarını oraya çevirdiler. Gencler Beyhan ve Neşat Bey'i görmüyorlardı.Beyhan bu durumu ilginç bulurken kafasını çevirdiginde Neşat Bey in siluetinin yavaş yavaş kaybolduğunu gördü.Sanırım doğru yer burasıydı.Bu devasa makine ücra bir mahallenin kırık dökük araba tamirhanesinde icat edilmişti.Tam o sırada bir ses;Beyhan Beyhan... Diyordu. Gözlerini açtığında o sıcacık huzurlu köy evindeydi.Bu ilginç rüyayı görmesini yoğun iş temposu ve yorgunluğuna verdi..
Ceviz
Uzay gemimiz atmosferden çıkmak üzereydi. Uçsuz bucaksız bir karanlık... Camdan yapılmış altlıklar dünyamızı görmeyi mümkün kılıyordu. Dünyamıza son bir kez bakmak istedim. Koskocaman dünyamız... Nazım Hikmet'in dizeleri aklıma geldi. Ne diyordu? "Yani bu koskocaman dünyamız soğuyacak günün birinde". Evet, belki dünyamız soğumamıştı hatta tam aksine adeta bir ateş topuna dönüşmüştü. Yıllar yıllar önce ısınmaya başlamıştı dünyamız. Aslında her şey göz göre göre geliyordu. Her gün uzmanlarca yapılan uyarılar, yayınlanan tv programları, makaleler... Ancak nafileydi. Buzdolabı yataklarda yatmaya başlayıp felaketi adeta bekledik. İnsanlar bu uyarılara kulak asmadı, daha doğrusu asmaya fırsat dahi bulamadı. Dünyanın her yerinde bir anda yükselen bir dalgayla iktidara gelen cahil liderler tüm dünyayı bir felakete sürükledi. İnsanlar savaşlarla, göçlerle ve katliamlarla dolu günlere uyandı her gün. Yaşamı unuttuk. Onun ciddiyetini unuttuk. Oysa yine ne diyordu Nazım bir şiirinde; "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden". İnsanoğlu yaşamın dışında her şeyi istedi. Gözü doymayan bir benciller sürüsü gibi hem de... Düşüncelerime dalmışken uzay gemimiz Fatih Sultan Mehmet atmosferi ve dünyamızı çoktan terk etmişti bile. İstanbul'un Fatih'i artık uzaydaydı. Uzayın fethine ithafen bu ismi almıştı. Ne de olsa artık ortada bir İstanbul yoktu... Sanal gerçeklik lensimi taktım. Bir film izleyebilirdim belki. "Geç", "Geç". Aa! Eski bir kovboy filmi. "Başlat" ya da hayır hayır "Dur". "Kapat". Dünyamız nasıl olsa artık kocaman bir yalandı. "Müzik Çalar'ı Aç", "Neşet Ertaş", "Yalan Dünya", "Çal". Keşke görebilseydi. Gerçekten yalan dünya! O an durdum ve düşündüm. Dedemin bahçesi baharda papatyalarla dolan köydeki o evi ve atmamakta ısrarla direndiği çocukluğundan kalan kuzine sobası. Kendi çocukluğum... Öyle ya, dünya bir zamanlar sobaya ihtiyaç duyulan bir yerdi. Oysa, oysa son ne kadar da yakınmış. Kim buna inanırdı ki?
Biz 9 kardeşşiz köy yeri âmâ kiseyye muhtac olmaddık her akşam toplannırdık siz kuzine diyin biz soba sobannın başşınna annem içinde kömbe yapmiştır kuru peynirle yeni sağmış sütte kaynardı ve onla yerdik şimdi engüzzel yemekmi annemin yaptıgımı anneminkini isterim televizyonnu çok geç aldık zaten tek bi sinnama vardı kovboy filmi hiç gözümüzü kırpmadan seyrederdik dışşarı bile cıkmadan 12 kapanırdı babam hep neşşet ertaş dinlerdi zatan bizim köylüydü neşşet erteş sabah olunca ablamla bağğa giderdik bağ beklerdik ordan cocuguz ya papatyalardan taç yapardık kendi oyunumuzu kendimiz bulurduk gelirken üzüm domates salatalık toplardık yıkayıp dollaba atardık işte buda benim hikayem çok özledim o günleri fatih sultan istanbullu fet etti âmâ bende benim mahvettikleri hayellerimi tek tek fet etcem fatih sultan mehmet gibi vaz geçmeden pazartessi okulla yazzılıcam buda bennim fettim
Biraz gec oldu ama okursaniz cok mutlu olurum yazim hatalari icin kusura bakmayin 😞😞 umarim begenirsiniz☺️☺️
Dunyaya ilk defa gelmenin heyecani yasiyordum. Bu uzay gemisine binlerce kez binmistim ama hic birinde su an yasadigim heyecani ve mutlulugu hissetmememistim. Dunyaya insanlari tanimaya, onlarin yasayislarini izlemeye ve anlamaya geldim. İlk olarak bi insan bulmali ve telepati yoluyla Dunya ile ilgili butun bilgileri aklima aktarmaliyim derken yanimdan bir insan gectigini gordum. Ona "hey bakar misin" diye seslendim. Seslenmemle birlikte insanoglu bana dondu gozlerine bakarak edinmem gereken butun bilgileri hafizama attim. İndigim yer Turkiyeninen onemli sehirlerinden biri olan İstanbulmus. Butun dunyanin ugruna savastigibir sehirmis bir sehir iki ayri kitada.. Fatih Sultan Mehmet adinda bir hukumdar tarafindan 1453 yilinda feth edilmis. Bu bilgileri kendi gezegenime gittigimde hemen arkadaslarima anlatacagim. Burasi artik benim icin onemli bi yer. Dunyaya ilk inisim.. İlk geldigim sehir.. İstanbul.. Sehir cok buyuk ve kalabalik. Bir suru insan var hepsi birbirinden cok farkli. Cogu cok guzel giyimli. İlk karsilastigim insanda oyleydi.. Yavas yavas yuruyorum. Biraz yurudukten sonra daha dar bir yere girdim. Kucuk bir sokak.. Burda yerleskelerde ayni sokak gibi kucuktu. Evleri incelerken birden gozume tek gozlu bi ev ilisiverdi. Perdesi hafif siyrilmis pencereden evin icini izlemeye basladim. Pencerenin kenarinda eski sedirin ustunde bitab halde olan bir kadin oturuyordu. Onunde beyaz yapraklari olan bir bitki vardi. Evet bu bir papatyaydi. Ne kadarda guzeldi.. "Bizim gezegende de olabilseydi keske.. '' diye aklimdan gecirirken iceriye iki tane cocuk girdi. Cocuklar kuzine sobanin etrafinda kovboyculuk oynuyorlardi. Birbirlerine "benim atim daha hizli" , "hayir benim atim daha hizli" diye gulerek bagirisiyorlardi. Kucuk cocuk oyuna ara verip "anne radyoyu acar misin " dedi. Kadin radyo denilen kucuk makinanin tusuna basti ve buyuk cocuk "bu dursun, bu dursun Nesat Ertaass" diye
sevincle bagiriyordu. Cocuklar sarki esliginde sincaplar gibi oynasirken kucuk cocuk annesine yaklasip "anne karnim cok ac" dedi. Kadinin yuzu biraz daha huzunlenmisti sanki.. Biraz sonra kadin ayaga kalkti, buzdolabini acti. Buzdolabinda hicbir sey yoktu. Kadin dusunceli dusunceli dolaba baktiktan sonra gene koltuga dogru yöneldi fakat bu sefer yuzu pencereye donuk bir sekilde yere oturdu. Yuzune baktigimda gozlerinden yaslar geldigini gordum.. Yiyecek hicbir seyleri yoktu . O an bir annenin caresizligini , kalabaligin icindeki o yalnizligini gordum.. O kadar guzel giyimli, parali insanin arasinda o kadinin yakarislari vardi o an sadece aklimda.. Birden insanlik bu mu diye dusundum. Artik orada durmak istemedim. Gemiye kendi gezegenime tekrar gitmek icin bindim ve giderken dilimde tek bir cumle vardi " Buyuk sehrin kucuk insanlari.."
Gerçekten içimden gelenlerin iç sesime yansıması olmuşsunuz 😍
Denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek.
Sincabın gözlerindeki masumluk ve Fatih Sultan Mehmet'in yüreğindeki cesaretle açtı birden gözlerini, doğruldu oturduğu yerden ve yaktı tüm anılarını kuzine sobanın kor ateşinde. Yandıkça soğudu yüreği genç kovboyun, yanan anılarıyla yüreğindeki ılık boşluğu hissetti, bozdolabından yeni çıkmış koca bir sütü kafaya dikmiş gibi ferahlamıştı. Yanan anıları değildi sanki tüm 'iyi ki' leriydi. Papatya fallarına inanmayan bir kadını yüreğinde daha fazla barındıramazdı. Zaten her şey bir ihtimalle başlamıyor muydu? seviyor-sevmiyor... Neşat Ertaş'ın sözleri geldi sonra aklına 'denizi seyretmek gibidir bozkırda gökyüzünü seyretmek' sonra attı kendini uzay gemisinden boşluğa, içindeki ılıklığı daha fazla hissetmek istiyordu, tadına varmıştı bikere özgürlüğün. Sonra bir ürperti hissetti, uyanmıştı, papatya fallarına inanmayan genç kadının saçlarını hissetti göğsünde, boğazı düğümlendi, az önce öldürmüştü onu tekrar yaşatmaya göz yumamazdı. Ve çıkıp gitti sabahın kör saatinde, ait olmadığı yere bir daha asla dönmedi, ait olduğu yere asla gidemeyeceğini bile bile...
o gün evde radyodan neşet ertaş dinliyorum dışarıya çıkıp uzanıyorum yanıma bi sinca gelip beni rahatsız ediyor ve ben yeriimi değiştirmek için ayağa kalkıyorum o saniye o uzay gemisini görüyorum uzay gemisinde çıkan uzaylılarla tanışıyorum ve onların zamanda yolculuk yapabildiklerini anlıyorum hemen gemiye binip beni geçmişe götürmelerini diliyorum gemiye bir biniyorum o da ne koskoca teknoloji devrimi uzay gemisi kuzine sobayla ısınıyor beni götürüyolar geçmişe dışar çıkıyorum o saniye gördüğüm şey önümde papatyaları koklayan fatih sultan mehmet...
Tarih 29 Mayıs 1453 yılını gösterirken İstanbul'a papatyalar gibi bembeyaz ordusuyla Sultan Mehmet adında bir komutan girdi, ordusu da kendisi gibi bembeyazdı. Fatih ünvanını aldı ve bundan sonraki adı Fatih Sultan Mehmet oldu. Diyordu Muhabir. Biz ise eşimle Kuzine sobamızı temizlemenin derdindeydik zira kıştan çıkmıştık ve eşimle buzdolabı temizliği de yapmalıydık. Oğlum bahçede sazıyla Neşet Ertaş'tan Gönül dağını çalarken, Kızım atını kovboylar gibi dağlara sürüyordu. Yazın ilk güneşleriydi ve ağaçta sincaplar birbirleriyle oynaşıyorlardı. Oğlum bilim ve teknik dergisini okumayı severdi, bir dergisinin üzerinde uzay gemisi vardı ve eşime işaret ettim belki biz görmeyeceğiz ama bir gün onlara binip mutlaka bu dünyadan hicret edeceğiz o da bana çok konuşma der gibi kuzine sobayı gösterdi :)
Bildirim tık gelen kimi başqa bir videodan bura uçmak😊
Hikayeyi yaklaşık 20 dk yazdım hayel gucume gucume dayanarak insallah beyenirsiniz
Kovboy Hikayeleri
Yıllar önce eski zamanlar da dilden dile dolasan anlatılan bir hikaye varmış herkezin merakla dinlediği dinliyincede şaşırdıgı bir hikaye
bir zamanlar cok uzak da yasayan bir kovboy varmış birgun bu kovboy gece uykusunda dalarken etrafında parlayan bir ışık görmüş bu ışık göz alıcı ve parıltısıyla kendisine hayran bırakıyormuş kovboy bu ışık kendisinin o kadr dikkatını cekmiş ki bakmak için ayaga kalmış ve yanına gitmiş kovboy bu ışıkgın bir demi parcasından geldiği görunce ilk baş da cok şaşırmış ve bunun nasıl oldugunu görmek için dahada yakınlaşmış yakınlaşdıkca bu demir parcası kocamın oluyormuş kovboy merakını yenik duşmuş ve içine girmeye karal vermiş içine girdğinde ise ışıklar artık gözlerini alıcı kadr cok degilmiş kovboy içine dolaşmaya başlamış ve kocaman bir oda gibi bir yer oldugu içine girmiş ve orda yanıp sonen ışıklar oldugunu fark etmiş ve orlara dokundugunda ise bu demir parcası hareket etmiş ve kovboy ilk başda korkmuş ve korkudan bayılmış gözlerini acdıgın da ise hiç tanımadıgı ve daha önce hiç görmediği bir yerde gözlerini acmış ve etrafına bakmış herkez ve hersey ona yabancı geliyormuş kovboy cok kormuş ve yardım istiyebilcegi birisini bulmak için ayaga kalkmış ve yurumeye başlamış ileride elince papatlara dolu bir cocuk varmış kovboy o cocougu dikkatını cekmiş ve ondan yardım istiyebilirim diyelerek yanına gitmiş ve cocuga sormuş
- burası neresi
cocuk ilk başda ilgilenmemiş ve hatta kovboydan korkmuş kovboy kendisinden korkdugunu fartetmiş ve ona demişki
- hepsini alıyorum cocuk ilk başda şaşırmış ve inanmamış ama kovboy elindeki artın kesesini cocuga uzatmış ve cocuk mutlu olmuş elindeki butun papatyalrı satdıgı için ve onları na vermek için hazırlagında kovboy -
onlar sende kalsın sen sadece bna yardım et demiş
cocuk kobul etmiş ve kovboy sormuş
- burası neresi demiş
cocuk - burası fatih sultan mehmet sultanlıgındasın demiş ve onu evinden misalfil etmek için evine götulmuş
kovboy cok üşüdüğünü ve miydesini kç saatdır birsey girmediği söylemk ve cocuk hemn buzdolabında nevarsa kovboya ikram etmiş kovboy karnını doyuldukca etrafa bakmaya başlamış evde evcil sincap oldugu fartetmiş ve onu sevmek için yanına gimiş ve onu severken uykuya darmış ve uyandıgında ise ev bomboşmuş kovboy ve cocugu aramak için dışalıya cıkmış ve duvar kenarında cocukla konuşan bir kişi görmüş ve yanlarına gitmiş o yakınlaşdıkca adam uzaklaşmış ve cocuga kim oldugunu sormuş cocuk neşart erdaş dı demiş ve
kendisini buraya getilen demir parcasını yerini bildiğini söylemiş demir parcasının yanıda gitmişler ve kovboy cocuga yardımları için tşkr etmiş ve ona artın kesesi vermiş ve vedalaşmışlar ve kovboy demir parcasının içine girmiş ve ordan uzaklaşmış ve yasadıgı yere sonunda ulaşmış bu yasadıkları anıları ise dillerden dile anlatırmaya devam edilmiş yıllar boyu herkz bunun nasıl oldugunu anlamayamamış .
Annem arada sırada benim doğduğum günü, o gün yaşanan olayları anlatırdı bana. Ben de büyük bi merakla dinlerdim. Yakın zamanda ölümüyle büyük üzüntü yaşadığım halk ozanı Neşet Ertaş'ın doğduğu ve o yılki vedasıyla yürekleri sızlatan Ata'mızın vefat ettiği yıl doğmuşum ben.
Yıllardır torunlarıma ve onların çocuklarına anlattığım, ilerde belki onların da uzay gemileriyle uzaya gitmenin sıklaşacağı zamanlarda torunlarına ve tanıdıklarına anlatacağı bu hikayeyi bir de size anlatayım. 1938 yazında Çanakkale'nin Akçalı köyünde dünyaya geldim. Evimiz 2 katlı bir kulübe gibi görünüyormuş, yerler kahrengi tahta parçalarıyla kaplıymış, bir de tahta merdiven varmış. Kışları patates közleyip kestane pişirdiğimiz, hafif eskimiş kuzine sobamız ve ikili sedirimiz salonda en göze çarpanlarmış. Yazın en sıcak günleriymiş o sıralar. Annemle babam sıcaktan dolayı soğuk su içmek ve serin yiyecekler yemek isteseler de buzdolamız bozuk olduğu için bu isteklerini karşılayamıyorlarmış.
İşte böyle günlerde, günlerden 19 Haziran'da annem bir kovboy filmi izlerken babam işten dönmüş ve annemin kulağıyla saçlarının arasına doğru bir papatya destesi iliştirmiş. Annem polenlere alerjisi sebebiyle (o zamanlar ajelerjisi olduğunun farkında değilmiş) öksürmeye, boğazına bir şeylerin battığını hissetmeye başlamış. Yine de sofrayı kurmak için kendini zorlayıp mutfağa doğru yürümüş. Pişirdiği tarhana çorbasıyla dolu düdüklü tencereyi almasıyla yere düşürmesi bir olmuş, çünkü o öksürüklerinin arasında ani bir sancı hissetmiş. Babam koşarak gelmiş, annem acı içinde kıvranırken. Bir yandan öksürmesi devam edip kızarmaya başlıyorken sancıyla kıvrılıp, çorbanın sıcaklığını tüm vücudunda hissediyormuş. Babam da paniğe kapılmış tabi. Ama hemen bir ebe çağırmayı ihmal etmemiş. Ebe geldiğinde annemin daha şiddetli ıkınması gerektiğini ama sancı dışında başka acılar ve yanma hissetiği için bunu yapamadığını söylemiş. Saatler sonra babam bi karartı fark etmiş ama ne olduğunu tam seçememiş. Bi kaç dakika sonra o karartı annemin gözüne hem de gözünün dibine ilişmiş. Az önce babam tarafından seçilemeyen o karartı büyük, kahverengi ve annemin ölümüne korktuğu hayvan yani sicapmış. Evimizin zeminindeki tahtaların boşluklarından gelmiş olsa gerek. Annemin görmesiyle upuzun ve bayağı sesli bir çığlık atması bir olmuş o çığlık başka acılarının unutturduğundan doğuma yaramış bu unutma ve ben dünyaya gelmişim. Annem, babam ve ebe herkes şoklar içindeymiş. Köyde dilden dile dolanmaya başlamış. Annem doğumda çektiği sıkıntıların benzerini ilerde benim çekmememi ve tıpkı Fatih Sultan Mehmet gibi önemli başarılara imza attığımı görmek isteyip adımı Fatih koymuş.
Annemin dediği başarıya gelecek olursak.. Şu an, kazandığım yarışma sonucu türkiyeden uzaya gidecek benim gibi diğer bilim insanlarıyla, ilk türk keşif topluğuyla birlikte kalkış alanına gidecek otobüste yol almaktayız.
Görüşürüz güzel insanlar.
Bir uzay gemisi Kacirip dünyayi terk ediyorum. Uzay gemisinde son yes Calan sarki Yasin Keles & Neset Ertactan Gönül Dagi. Bu hizda ne dert kalir, nede tasa. Dünyadan uzaklastikca aklimda olan bütün düsünceler bir bir ucup gidiyor.
Kim tutar beni uzayi fetetmeye gidiyorum tibki Fatih Sultan Mehmetin Istanbulu fetheti gibi. Yanimda ordu olarak bir sincap var.
Cicekleri cok sevdigimden dolayi yanima Papatya Cicegini aldim. Papatyanin anlami temiz bir kalbtir derler dünyada. Belki uzaydakiler dilimi anlamaya bilirler ama Papatyanin güzeligine karsi koyamazlar sanirim.
Uzay gemisinde kuzine sobasi bulunmadigindan dolayi yanima bütün dolabimda olan ceketlerimi aldim.
En önemlisi Eger bir düsman bir orduya raslarsam buzdolapimda bolca dondurma bulunmakta, uzay dilince misafir perverlikten anlarlar herhalde. Sonucta kovboylar gibi saldiriya gececek degilim.
Anlayacaginiza göre yolculugum icin herseyi düsündüm ve yolcu yollunda gerek.
Calmis oldugum uzay gemisi icin dünyaya geri döndügümde hesap veririm. Tabiki Eger yollu bulabilirsem.
çekiştiryordu annesinin eteğini aneaaa hadiiiii geç kaldıkkk.. .Neşet Bebek olarak dünyaya geldiği bu küçük ormandan ayrılık vakti gelmişti o da artık tüm büyükleri gibi kurumuş olgunlaşmış ve bir yangının içinde kül olmasının vakti gelmişti. İnsanların mutlulukla geçirdiği anlarda pikniklerde gezilerde bir dayanak olmaktan neşet baba olmaya terfi edecekti yanacaktı artık. Yanık yanık söyleyecekti tüm sözlerini. İlk günüydü köklerinden ayrı önce bi derin acı hissetti Oduncu Mehmet ayırdı gövdesini ikiye ayrıldığında. Oduncu Mehmetten fazlası idi o artık Gönlünün Fatihi, Sultanı Mehmetti vuslata ermede bi yardımcıydı o. Baltanın gövdesiyle buluştuğu acıdan başka tek acısı vardı, komşusu papatya ve yoldaşı sincaptan ayrılmak gayrisi mühim değildi. Derken at sesleri duyuldu ve bir kovboy sanırım adı Gandi yüklendi tüm odunları kime niye kime kısmet dedi Neşet Gandinin heybesinde bir kulubeye girdi. Orda erdi vuslata kuzine sobasında yanfı ilk kez neşet etti Neşet Ertaşa Neşet babaya dile geldi tüm uzuvları, üretti üretti yandıkça yandıkça daha daha ve daha tam ağzının tadı ile yanık türkülerine bir yenisini ekleyecek alışmıştı ateşe acıya ayrılmaz parçası olmuştu kuzinr ki bacadan uzay gemisi girdi birden tam evin ortasına bir anda peyda olan bu gemi(noel de değildi üstelik) aldı onu ve uzaklara çok uzaklara başka duyguların başka hayatların ortasına bıraktı birden. Bu gezegenin iklimi de yanması da başkaydı çok soğuktu burası evet bir buzdolabıydı artık sıcakdan değil tenindeki her zerre soğuktan yanıyordu kül oluyordu ve dedi neşet baba nerde olduğunun önemi yok ister kuzinede ister simens buzdolabında ister köklerinden kopamadığın ormanında bul kendi bağrın yanık olsun yeter.... Elindeki malzemlerin önemi yok yapacağın yemek için... oluşturacağın hikayede kelimelerinin önemi olmadığı gibi... hisset keşfet şükret ve üret bunlar yeter artar bile... sevgiyle kalın güzel insanlar ^^
Neşet Ertaş misalidir aşk ; gönül dağı yağmurlarının sulayıp büyüttüğü papatyalardır.Kimisi seviyor,kimisi sevmiyor.İstanbul’u sevdiğin gibi seveceksin karşılıksız olacak bu yüzden fethetmedi mi Fatih Sultan Mehmed.
Sadece güzelliğiyle yetineceksin, deniziyle mavisine aşık olacaksın.Buzdolabı yerleştirir gibi yerleştireceksin her bir Harika yerlerini..Belki Topkapı, belki Eyüp Sultan..
Eski masallarda anlatılan kuzine sobalı evlerde çocuk olup, hayal kurmak büyümek istersin.. o masallardaki sevimli hayvanlar Sincap , tavşan , kedi hepsi senin küçük dostların olur..Büyüdükçe o masalları küçümser daha çok macera dolu hayatı seçersin.
Masallarda olan prens sana kovboy olarak görünür..küçük Bahçeli evlerde yaşamak yerine Uzay Gemisi kaptanı olmayı tercih edersin.
Öyle olmaz mı hep yaşadığımız hayatı bir masala sığdırırız..
*HİÇ DURMAYAN DÜNYA! AH ŞU KAFA!*
Üşüyordu...Bir yandan da bu karmaşık dünyayı sorguluyordu ...Bazen hissizleşmenin ,hissetmekten daha da huzur verebileceği ihtimalini tartışıyordu kendi aleminde ..Ne garip bir hayat ne kadar gereksiz, acılar , saçmalıklarla doluydu... Hiç bir anlamı yoktu ... Gerçekten böyle bir dünyada mıydı ?.. varmıydı, yokmuydu onu bile bilmiyordu.. Hayır olamazdı .. böyle bir dünyada olmamalıydı..Şuan bir uzay gemisinde beyninin kargaşalarından ve dünyanın gerçeklerinden uzaktaydı o .. Gezegen gezegen geziyordu.. Kendine bir yer arıyordu, daha iyi bir atmosfer , daha huzurlu ... Neşet Ertaş dinleyip ; gönülden gönüle bir yol olduğunun derinliklerine kadar hissedildiği bilindiği hatta görüldüğü evet görüldüğü bir evren arıyordu.... bulacaktı , gösterecekti de ... Sincap oyuncağına sarılıp , kuzine sobasına dalan gözleriyle bugünkü topladığı papatyaların boynu büküklüğünün kendisiyle ne kadar benzediğini hatırlayıverdi birden..Çok güzeldiler fakat çok üzgündüler....Saate baktığında on ikiyi çoktan geçtiğini fark etti..Geriye dönüp baktığında dedesinin gıcırdayan sandalyesinin sesinin kesildiğini anladı... Kovboy filmi izlerken uyuya kalmıştı .. Her gün böyleydi ...Derin bir iç çekiş ile yerinden kalkıp buzdolabına doğru yöneldi bununla birlikte yüzünü buruşturması kaçınılmaz oldu; son kalan sütlacı dedesi mi yemişti yoksa ?? İşte bu hiç hoşuna gitmedi , Buna rağmen dedesinin uykulu haline göz gezdirip muzip bir gülümseme ile televizyonu kapattı...Fatih Sultan Mehmet'in yaşadığı bir dünya, herşeye değer diyerek ; beynindeki depremi bir süreliğine durdurmaya karar verdi... Gözlerini gece karanlığının hissetirdiği huzura bıraktı ... Uykuya ..iyi ki vardı....
Sevgi ve saygı ile ......
^ -^ ^-^ ^-^ ^-^
Öncelikle bu hikayeyi beynimin iki lobunun da çalışması için sol elimle bir kağıda yazdım. (Normalde sağlağım.)
Günlerden bir gün küçük bir evden çığlıklar duyulmuş. “Buldum ,buldumm... “Bu bizim telaşlı bilim adamı sincap vezirin sesiymiş. O dönemin padişahı Fatih farklı gezegenlerde de hayat olduğunu düşünüyormuş ve bundan sadece vezirine bahsetmiş. Çünkü vezir Sincap çok başarılı bir bilim adamıymış. Ve ondan bir uzay gemisi yapmasını istemiş Sultan Mehmet. Ve vezir Sincap en sonunda bunu başarmış. Fatih’e haber göndermiş. O da Sarayın terasına getirmesini ancak kimselerin getirdiği icadı görmemesini tembihlemiş. O da büyükce bir kuzine sobanın içine saklamış icadını. Sincap bütün tetkiklerini tamamlamış ve Fatih’i bindirmişler uzay gemisine. Yanına da bahçesindeki en güzel papatyaları almış gittiği yerde dostuğunu gösterebilmek için. Fatih gözlerini açtığında çok farklı bir yerde uyanmış ancak burası dünyaya çok benziyormuş. Vezir sincap uzay gemisi diye yaptığı aslında bir zaman gemisiymiş. Sene 2000lerin başlarıymış. Ve biraz gezinmiş bir adamla karşılaşmış adam bir şarkı yazmak istiyormuş kovboylarla ilgili bir şey düşünüyormuş ve kafasını kaldırdığında Fatihi görmüş. Onun kıyafetlerinden kaçık olduğunu düşünmüş. Fatih adamla konuşmaya çalışmış ancak farklı bir lehçede konuşuyormuş adam Fatih ona dostluğunun göstergesi olarak papatyalar vermiş adamsa onu kovmaya çalışıyormuş Papatyaları görünce irkilmiş ve dostlukla papatyalarla ilgili bir şarkı yazmış Ve bu şarkısıyla adını duyurmuş bugünün Neşat Ertaşı olmuş. Fatih de bu sırada geri dönmesi gerektiğini anlamış ve icadın yanına dönmüş. Ancak icat yerine bir buzdolabı varmış. Çünkü icat sürekli şekil değiştiriyormuş ve Fatih tekrar kendi zamnına dönmüş.
Garajıma parkettigim uzay gemisini kaptıgım gibi yola çıktım. Yolun biraz ilerisinde Neşet babaya rastladım. Neşet Ertaş..Yine dertliydi. “Ah yalan dünya”dedi her zamanki gibi. Ben de dünyadan sıkıldıysan başka bir gezegene gidelim o zaman araç müsait dedim. Olur dedi. Atladı araca. Biraz yol aldık. Baktım hiç konuşmuyor. Ben bir konu açıyim o zaman dedim. Aklıma bir şey de gelmiyordu. Sonra bir an İstanbulda Fatih sultan mehmetten sonra çok bozuldu dedim. Neşet baba hafif tebessüm etti. Ama yine de suskunlugunu bozmadı.Yavaş yavaş dünyadan uzaklaşıyorduk. Uzun süren suskunluk beni yine rahatsız etmeye başlamıştı. Neşet baba dedim nedir seni böyle susturan. “Yalan dünya yalandan yüzüme gülen dünya” dedi. Ben de kendisine muzip bir tavırla baba dünyadan bu kadar şikayet ediyorsun ama gittigimiz gezegende burda buldugumuz bazı şeyleri de bulamayabiliriz belki dedim. Neyki bu dünyayı vazgeçilmez kılan dedi.
Soguk bir kış akşamında ailecek kuzine sobanın etrafında toplanmak,papatyalar koparıp sevdiceğine vermek ya da bir ormanda cevizinin peşinden koşan sincapları izlemek dedim. Yine tebessüm etti. Baba dedim belki gittigimiz gezegen bundan daha sahicidir daha barış doludur. Belki de birbirine ateş etmek için fırsat kollayan kovboyların olmadıgı bir dünyadır. Dünya degildir gerçi de. Artık dünyadan gitgide uzaklaşmıştık. Yoldaki tabelalardan anlıyordum bunu. Başka bir gezegenin girişine en nihayetinde ulaşmıştık. Tam girmek üzereyken Neşet baba aniden doğruldu ve kendisinde ilk kez hissettigim çocuksu bir heyecanla bir şeyi kullanmayı unuttun evlat dedi.Ne dedigini anlayamamıştım. Uzay gemisi kullanıyorum ya baba daha ne kullanıyim dedim. Hayır öyle degil dedi. Ya nasıl dedim. Aracı durdurmamı istedi. Kontagı kapattım el frenini çektim. Çekmeseydim uzay boşlugundan aşagı dogru kayabilirdik. Her zaman dikkatli bir şöför olmuşumdur. Neyse Neşet baba camları açmamı istedi. Zira söyledigi şey karşısında daha çok oksijene ihtiyacım oldugunu düşünmüştü herhalde. Hızlıca açtım. Baba söyle artık korkmaya başlıyorum dedim. O da gayet sakin ve karizmatik bir edayla buzdolabı dedi. Anlayamadım. Onu da kullanmalıydın eksik oldu dedi. Daha sonra hiç bir şey olmamışçasına haydi çalıştır devam edelim dedi. Gerçekten hiçbir şey anlamamıştım. Bu gereksiz aksiyonu neden yaşamıştık. Ama elbet neşet babanın bir bildigi vardı diye düşünüp ses etmedim.Kontağı tekrardan çalıştırdım ve usulca yeni gezegenimize dogru hareket ettik...
Sevimli Yaratıcı Sincap
Hayata olan bakış açımız kimine göre delice kimine göre zekice olabilir. İnsanlar ne der diye bakış açımızı şekillendirirsek kendi düşüncelerimizi değil başkalarının düşüncelerini hayata geçirmiş oluruz ve hiçbir zaman kendimiz olamayız.
Kendi bakış açısını bulan Fatih Sultan Mehmet'e “Deli misin gemiler nasıl karadan gider.” dediler İstanbul'u fethetti. Neşet Ertaş'a “Köçek misin erkek dediğin nasıl zil takıp oynar.” dediler saz ustası oldu. Bizlerde düşüncelerimizi kendi bakış açımızla yoğurmalıyız ki içimizden bir sincap çıksın. Evet evet doğru duydunuz. Öyle çok büyük hayaller kurmayın sevimli bir sincap olmak da hiç fena değil. Yeter ki kendiniz olun. Ancak o zaman yaratıcılığınız konuşabilir. Ya da içinizde ki o minnak sincap dile gelir. Bırakın düşünceleriniz biraz aptallaşsın. Korkmayın uzay gemisinde değilsiniz ayaklarınız bu gezegende o bilindik yerde…
Mevsimlerden kış ve sen bu soğuk kış ayında kuzine sobasının tam da karşısında oturuyorsun. Kovboyların Hayata Bakışı adlı kitabını eline almışsın. Buzdolabının çıkarttığı sese aldırış bile etmeden kitabın arasındaki kurumuş papatyaya gülümseyip ayaklarının ısındığını hissediyorsun. Sevimli ve yaratıcı bir sincap olarak hayata kendi çizdiğin yoldan ilerlemen dileğiyle…
Kovboy şapkası takan sincap, neşet ertaşla oturmuş kuzine soba başında tek atıyordu. Elbet dertliydi Neşet baba, ülkenin haline dert yanıyordu. Bu dünyadan kaçmalı Sincap kardeş, anlamıyorlar bizi dedi. Sincap şapkasını çıkartıp kenara koydu, ciddi gözlerle neşet babaya baktı. gerçekten gitmek istiyormusun? Neşet baba iç çekerek, keşke, dedi. Sincap Neşet babaya el vererek ayağa kalktı. Gel benimle
Nereye gidiyoruz bu kışta dışarısı buzdolabı gibi mübarek
Papatya bahçemi göstermeye, diyerek sırıttı sicap.
Çakırkeyif oldun ha, bu kışta papatyalar olur mu Sincap kardeş.
Sincap, benimle konuştuğunu inanıyorsunda papatya bahçeme mi inanmıyorsun Neşet Baba, dedi.
Neşet baba gülerek haklısın diyip Sincabı takip etmeye başladı. Dışarızı buz gibiydi, kollarını birbirine doladı, az gittikten sonra ne görsün bir de papatya bahçesi. Gözlerini ovuşturdu gerçekten varmış dedi.
Sincap gülerek bu da bir şey mi dedi. Diğerlerine oranlar daha büyük olan papatyayı göstererek yaklaş dedi.
Daha önce bu kadar büyük bir papatya görmemiştim.
Çünkü o bir papatya değil dedi Sincap. Bu Fatih Sultan Mehmetin çizdiği bir uzay gemisi, tarihe meraklıyımdır, devlet arşivlerine girdiğimde keşfettim. Benim boyutlarımda bir alana sıkışmış. Hah bir de ilaçlama yapıyorlar,
ben olmasam bulamazlardı oraya ama az daha canımdan oluyordum.
Sincap kardeş Sanan inanmıyorum diyemiyorum, aslında her şey hayal gibi.
Bırak, düşünme Neşet baba haydi gidelim. Sincap papatyanın ortasına dokundu ve papatya bir anda boyutunun sekiz katına çıktı, artık kocaman bir uzay gemisi olmuştu. Neşet Babayla birlikte bindiler gemiye ve yol almaya başladılar. En sonunda sadece paptyalardan oluşan bir gezegene vardılar. Papatya gezegenine... O gezegende yalnız değildiler, onlar gibi sorunlardan kaçmak isteyen pek çok insan vardı huzur mutluluk ve aşk dolu yaşayan........,
Bilinçsiz Zaman. Sabah esen rüzgarın tenimi uyuşturduğu bir anda,perdeden içeri sızan güneş bedenimde gezinip ışığını yansıtırken odama,kalktım sahile gittim. Büyük bir papatya tarlasından geçtim. Sahile gittiğimde herkes kumların üzerine uzay gemilerini park etmekle meşguldü. Arabalar neredeydi? Aylardan hangi ay,hangi yıldaydık? Hiçbir yerde takvim yoktu. Dehşete kapıldım. Etrafta neşet ertaş türküleri söyleyen robotlar vardı. Uzay çağında mıydım?Uzaydaki bir sahil kasabasında mıydım? Sahilden koşarak ana caddeyi bulmaya çalıştım. Alışkın olduğum düzen bir anda ayaklarımın altından çekilmiş gibiydi. Caddeler kayıp,takvimler bir katil,yollar karanlık bir tüneldi şimdi. Caddeler,ağır hareketlerle geriye doğru yıkıldı şehrin içine. Birden bir ormanın içine düştüm. Karanlık bir kuyunun tepesinden. Ormanda güneş ışıl ışıl,ağaçlar özgür ve takım elbiseliydi. Geldiğim dünyada bende öyleydim,özgür ama bir kafesin içinde. Özümden,dünümden uzak bir kafeste. Geldiğim dünyayı artık robotlar yönetiyordu. Çocuklar bayram şekeri değil,internet şifresi soruyorlardı. Geldiğim dünyada insanlar kuzine sobadaki patates közlemelerinin,kızartılmış ekmek üzerine sürülen tereyağının,kestanelerin tadını bilmiyorlardı. Geldiğim dünyada da insanlar ağaçlara takım elbise giydirip onları kafese sokuyorlardı. Ormanda sincaplar,fındıktan kayıklara binmiş nehirde dolaşıyorlardı. Bir kelebeğe dokundum. Kelebeğin kanatlarından simler döküldü ve kendimi birden kovboy kasabasında buldum. Zamanda yolculuk yapıyor gibiydim. Kovboyların arasında Fatih Sultan Mehmet’i gördüm.Uzun saçları,ispanyol paça yüksek bel pantolonuyla onu gördüm. Deliriyor olmalıydım. Zihnimin trafiği karışmıştı. Benim dünyam hangisiydi ? Uzay çağındaki robot muydum? Amazon ormanındaki kurt çocuk mu? Kovboy kasabasındaki Fatih Sultan Mehmet ben miydim?Derin bir haykırışla uyandım. Soluk alıp verirken saate baktım. Gecenin üç’ü..Uyandığımı bilincim kabullendi. Zihnim susamış büyük bir iştahla.Hemen mutfağa gittim ve buzdolabından soğuk su aldım. Dışarı baktım. Yüksek binalar,ağır kaldırım taşları. Evet,kendi dünyamdaydım...
Ben yaratmak yerine üretmek icat etmek ve yapmak demeyi tercih ettim
Haydi bakalım başarılar :)))
Bahçede KUZİNE SOBA yakıp içine patates koyup pişmesini bekliyordum. Yanımda kimse olmadığı zamanlarda müzikle iş yapmayı sevenlerden biriyim, NEŞET ERTAŞTAN “Yalan Dünya” şarkısını açmış etrafı izliyorum. Doğanın evrenle iş birliği yapıp nasıl bu kadar fedakar olduğunu düşündüm bi an. İçimizde bir istek oluşurken onun evrende oluşup, tabiatla ne kadar büyük bir iş birliği yaptığı geldi aklıma; bunlar için çaba harcıyorlar mıydı acaba ? Topraktan bir PAPATYA’yı çıkartan doğa, bunun için nasıl bir enerji harcayabilirdi ki ? Eski çağlardan bu yana tabiatı düşündükçe gerçekten insanoğluna karşı çok cömert olduğunu fark edebiliyor bu toprak beden.. Dinozorlardan, taş çağına, oradan doğuya ve batı dünyasına, KOVBOY çağlarına ve Osmanlıya.. Hep insan için evrenle iş birliği yapan tabiat anamız. Kafayı yukarı kaldırıp düşündüğünde ne kadar imkansız olduğunu anlamaya çalışsan da düzen böyle ve herkese yetercesine. Küçücük bir SİNCAPtan bilinçli insan evladına kadar herkesin rızıklandığı bu anaya karşı kendi türümüzün oldukça bencil olduğunu düşündüm. Çoğumuz bunu düşünsekte düşünmesekte bu düzenin böyle gideceği aşikardı çünkü doğa bu sefer uzay çağına şahid oluyordu. Zannediyorum ki en yorgun zamanlarını şu an bizimle yaşıyor olmalı... Motorlardan, arabalardan, petrollerden ve benzinlerden çektiği halde bize halen küsmeyen dünyanın sıradaki imtihanı; roketler, füzeler ve belki de UZAY GEMİLERİ olacaktı. Çok distopik mi düşünüyorum acaba derken, kuzineden patates kokuları gelmeye başladı ve bir an düşüncelerim gerçekliğe döndü. İçeri girip tepsi ve BUZDOLABINDAN henüz çıkardığım elmalı sodayı alarak tekrar bahçeye geçtim. Karnım doyduktan sonra hamağa yatıp düşünecektim.. Çünkü buna ihtiyacım vardı; ne zaman bir insana bir planımı açsam rızıklanmamı istemiyormuş gibi hissediyordum. Güvenemedim kimseye, zaten hep bu zamanlarda da rahmetli FATİH SULTAN MEHMET’in o sözü çınlar kulaklarımda; “Yapacaklarımı sakalımın bir teli dahi bilse, o teli koparır atarım..”
İşte yine kendimle başbaşa kaldım. Yalnızlığın dayanılmaz hafifliği; sadece kendim ve ben....
Yusuf Cihan
Hayale Aldandım
Deveye sormuşlar dünyaya gelseydin bir kez daha ne olmak isterdin diye deve ne demiş biliyor musunuz? hayıır hayıır sincap dememiş. Neden başka birşey olmak isteyim ki demiş. Oysa bana sorsalar Çok eski zamanlarda bir padişah kızı olmak isterdim. o mükemmel kabarık elbiseleri giymek için sırf. Belki Fatih sultan mehmetin İstanbulu nasıl fethettiğini izler İstanbula gelip papatyalar arasında serçelerle şarkı söylerdim. Ya da prensesler gibi yaşamak yerine bir kovboy şapkası takıp atımı dağlara süren yeri yurdu belli olmayan bir kız olmak isterdim kim bilir. Gerçi ne farkeder değil mi? Beni burdan gelip alıp uzaya zaman bükülmesine götürecek bir uzay gemisi daha üretilmedi sonuçta. Ben buzdolabı fiyatlarına bakan bir yandan popüler kültüre lanet yağdıran köyünü kuzine sobasında güğümde su ısıtmayı özleyen bir köy kızından ibaretim. Asıl soru şu? Bizim deve neden başka bir şey olmak istememiş? Peki biz neden başka biri olmak istiyoruz?
Çünkü "Cahildim dünyanın rengine kandım , hayale aldandım boşuna kandım.." - Neşet Ertaş
Buzdolabından alıp bardağa doldurduğu suyu tek nefeste içti Neşet Ertaş. Güneş yavaş yavaş doğuyordu. Ev sessizdi. Alnından boncuk boncuk akan terleri sildi. Bu gece de rüyasında uzay gemisi görmüştü. İçinde, üzgün gözlerle ona bakıp gemiyle yükselen arkadaşını da. Bu rüya her gece onu uyandırıp buzdolabına sürüklüyordu. Yıllar önce tanıştığı o arkadaşı ölmüştü. Rüyasında onu hep uzay gemisiyle yükselirken görüyordu. Balkona çıkıp gökyüzüne baktı. Bulutları ona benzetti. Her bulutta ondan bir şeyler çıkardı. Birinde de o çok sevdiği sincabını... Papatya kokan o eve her gittiğinde kendisinin geldiğini anlayan arkadaşının o sevimli sincabını gördü bulutlarda.
İçeri girip kuzine sobanın üzerine topladığı papatyaları dizmeye başladı. O ev gibi güzel papatya kokamazdı. Neşet'in evindeki acı koku da ölümün acı kokusuydu. Minik evin her tarafını sardı koku. Sakinleşti, rüyanın etkisinden kurtuldu.
Küçükken kovboy olmak isterdi. Arkadaşıyla tahtadan atlarına binip sabahtan akşama kadar oynarlardı. Kovboy şapkasını, püsküllü yeleğini giyip yavaşça mezarlığa yürüdü. Ziyaret günü.
Oturdu. Gökyüzünde sincap gördü, papatya kokusu aldı, yıldırım düştü. Mezar taşında Fatih Sultan Mehmet... Yanında derin bir çukur. Neşet öldü. Elektrikler kesildi, dolaptaki su ısındı. Zaten artık kötü rüyalar yoktu. Kötü rüyalardan uyanıp buzdolabındaki suyu içecek biri de...
(Bir yazıya başlangıç her zaman benim için zor olmuştur. Bu sefer kafamdan türlü şeyler geçti ama böyle başladım. Sonrası... Kalemime ne gelirse yazdım. Benim için önemli olan şeyleri de kattım. Eh, burada kalsın.)
Hareket edemiyorum ama bedenimdeki her noktayı daha önce hiç olmadığı kadar canlı hissediyorum. Göz kapaklarım ise artık açılmayacak. Çünkü Fatih Sultan Mehmetle bir ferman imzaladı az önce. Sonsuz, karanlık bir zindanda her şeyi görebilmek için... Evet tahmin ettiğiniz gibi ölüyorum. Fakat sizinle paylaşacağım bir sırrım ve son bir isteğim var. Nuh’un Gemisi’ni buldum. Onu bir uzay gemisine dönüştürdüm. Çünkü artık ne kaybolunası bir mavilik ne de barınılası bir Dünya kaldı. Yaşam, umut tükendi. Buz devri başladı ve hiç kimse bunun farkında deyil çünkü insanoğlu artık tipideki kar tanelerinin zerreleri. Bu evrimleşme gerçekleşmeden önce, bir sincap karı yemeğini bulmak için kazarken ben de tipi oluşmadan önceki fırtınada kar tanelerini yakalayıp kuzine sobamda eritiyordum ama nafile. Değişim her insanı yakalayıp sarmıştı. Değişmeyen ve farklı olduğu için artık hor görülen bendim. İşte bu yüzden Nuh’un Gemisi’ni uzay gemisine dönüştürdüm. Bunu okuyan ve eriyip papatyaların, menekşelerin, yeni yaşamın öz suyu olmak isteyen küçük kar zerresi senden isteğim kalplerini buzdolabında saklayan her insanı bu gemiyle Mars’ a götürmen ancak o zaman buzullarla kaplı kalpleri çözünebilir. Beni ise ninemin seyehat ederken, içine küçük bir matara ve kovboy şapkasını taşımak için kullandığı büyük siyah çöp poşetiyle Ay’a gönder. Belki o zaman yanan kalbim buz tutmaya başlar. Zamanım tükendi. Tipi bir şarkı söylüyor. Elbette bu şarkı Neşet Ertaş’ın şarkısı. Çünkü bu ünlü ozanın hakkında tek bildikleri o şarkı. Şşşt benim ne bildiğimi sorma. Ah şu yalan dünya...
Özlenen Aile
"Yatağında bir sağa bir sola dönen Yiğitin gözleri kapının tam karşısındaki pencereye takıldı. Elleriyle gözlerini ovuşturarak açmaya çalıştı. Biraz ovuşturduktan sonra dışarıda lapa lapa yağan karın verdiği heyecanla şaşkın saşkın oturan Yiğit yatağından bir çırpıda zıplayarak pencereyi açtı. Ellerini dışarı uzatarak bir miktar karın eline düşmesini bekledi. Bir yandan eline düşen karın erime esnasında verdiği soğukluğu hissederken bir yandan da karın ağaçların üzerine düşüşünü izliyordu . Daha sonra içeriden gelen mis kokulu mayalı kömbenin tadını damağında hisseden yiğit pencereyi kapamadan ' Emine Sultan' 'Emine Sultan' diye seslenmeye başladı. Evin hanımı 'Emine Sultan' kuzineli sobanın bir gözünde pişirdiği mayalı kombeyi çıkarmış mutfağa giderken Yiğite "Dikkat et elimde sıcak tepsi var " diye seslendi. Annesinin ikazını duyan Yiğit yavaşladı, durdu ve oturma odasına bir kaç adım atarak girdi. Babasının her haftasonu televizyonda verilen Kovboy filmini izlediğini gördü ve koşarak babasının kolları arasına sıvıştı. Bir süre devam ettikten sonra elini yüzünü yıkamak için kapıya yöneldi. Koridorun sonunda beliren ablasına 'Günaydın Tavşan ' dedi. Ablası her sabah olduğu gibi bu sabah da elllerini Yiğitin kıvırcık saçlarında dolaştırdıktan sonra "Günaydın Sincap" diyerek mutfağa geçti. Annesinin buzdolabından kahvaltılıkları çıkardığını gören Leyla "Günaydın Emine Sultan" diyerek annesinin yanağına ufacık bir öpücük kondurdu. Aradan geçen bir saat içinde ailecek kahvaltı yapılmış Ömer Bey terzi dükkanını açmak üzere yola koyulmuştu. Leyla ise moderatörlüğünü yapacağı 'Halil İnalcık ile İstanbul Fethi ve Fatih Sultan Mehmet' adlı söyleşi için evden çıkmıştı. Evin hanımı 'Emine Sultan' kış için ayırdığı papatya çayını sobanın üzerine koymuş, Büyük Dedesinden kalma gramafona Neşet Ertaş'tan 'Yazımı Kısa Çevirdin' şarkısını takmıştı. İşlerine koyulmadan önce dinlenmek için çayın demlenmesini bekliyordu. Evin sessizliğini fırsat bilen Yiğit, ablası Leyla'nin okuması için aldığı dergileri yatağına bağdaş kurarak karıştırmaya başladı. En üstteki derginin kapağındaki kocaman yazı ile yazılmış cümle gözüne ilişti. "2050 yılında Uzay Gemisi ile Kara Deliğe Yolculuk" yazıyordu. Sayfaları üçer beşer atlayarak derginin tam ortasında bulunan sayfa 46'yı açtı..."
"Sürç-ü Lisan Ettiysem Affola."